5 Ağustos 2012 Pazar

Yıllar önceydi,



Yıllar önceydi,
Bir gemiye binmiştim
Tek kişilik küçücük bir gemiydi
Denizin o masmavi
Engin sularında
Neşeli, şen, mutlu hayallerle
Dolaşırken
Yıllar sonra bir yolcu aldım
O minicik gemiye
Farklılık arıyordum
Paylaşmayı seviyordum
Bir süre sonra
Yolcuyu deniz tuttu
Gemiye ayak uyduramıyor
Denizde mutlu olamıyordu
Gelecekle ilgili
Kurduğum hayallerim
Tümüyle yıkılıp yok olmuştu
Sonra
Sakin güzel bir liman bulup
Yolcuyu yerleştirdim oraya
Uğruyordum arasıra
İyi niyetimle yanına
Her gün uğramak istiyordum
Ama
Kapılarını kapalı buluyordum daima
Tekrar engin, koyu
Uçsuz bucaksız
Karanlık denizlere
Geri dönüyordum
Büyük bir hüzünle

Gemideydim ama yapayanlızdım
Canım sıkılıyordu ama
Yapacak başka bir şey yoktu galiba
Deniz kabarıp coşuyordu
Zaman, zaman
Fakat önemsemiyor
Geçer diyordum her zaman

Bir zaman sonra
Havayı karanlık bulutlar kapladı
Ardı ardına
Yavaş, yavaş içimi
Bir korku, bir telaş aldı
Ne zaman hava açacak diye
Galiba imkânsızdı
Korktuğum başıma geldi
Havayı
Gittikçe kara bulutlar sarıyordu
Korkunç bir biçimde
Fırtınalar yavaş, yavaş
Şiddetini gösteriyordu
O sırada aklıma
Dost bildiğim limana sığınmak geldi
Ama nafile
Bütün çabalarıma rağmen
Giremiyordum limana
Yine o azgın suların
Kucağında buluyordum
Kendimi ha bire
O korkunç azgın sular
Minicik gemiyi sarsıyordu
Sanki gemiyi batırmak
Yoketmek için planlanmıştı
Galiba
Dev dalgaların arasında
O minicik gemi
Bir aşağı bir yukarı
Silkeleniyordu boyuna
Sonuna gemi derin yaralar aldı
Bu boğuşmadan
Fakat
Bu mücadele adaletsizdi kanımca
Ama
Buna rağmen
Teslim olmamıştı
Direniyordu azgın sulara
Karşı koyuyordu
Siper etmişti
O minicik gövdesini
Kasırganın gazabına
Epeyce bir zaman sonra
Dindi fırtına ve kasırga
Artık o minicik geminin
Ne geleceği
Ne gücü kalmıştı
Ağır bir yara almış
Yüzdüremiyordu minik gövdesini sularda
Ama
Amacına ulaşmıştı hava
Küçük bir dalga dahi dokunsa
Yok olacaktı
O
Sevgiyle
Neşeyle
Arzuyla
Heyecanla dolaşan gemi

O artık
Sevgi yerini
Acılara
Mutluluk yerini
Hüzne
Gelecek yerini
Yalnızlığa
Terketmişti...

Evet, kaptan gidelim artık.
Hayat kavgasında ve kargaşada gemim battı.
Beni de götür dalgalara.
Bir derinlik sarhoşluğu kaplasın içimi.
Ne duruyorsun bu sığlıktan sana da gına gelmedi mi?

Hayat eskiden ilmek ilmek dokunurdu kaptan, artık fabrikasyon oldu.
Hayat hızlı ve rüzgâr beklemiyor.
Beni de götür.
Sadece senden ve martılardan saklamak zorunda kalayım gözyaşlarımı.
Yunuslar yol göstersinler, belki bir iki de fener.
Her yön tabelası aldatıcı geliyor.
Artık yönümü bilmiyorum kaptan.
Kutup yıldızını bile göremiyorum neon ışıklı pavyonlardan.

Ayaklarım yürümek istemiyor bu kentin kaldırımlarında.
Belki denize daldırsam rahatlar, tuzlu su iyi gelir derler.
Gerçekten kaptan, beni götürmen için söylemiyorum bunu.
Yorgunluğu da alırmış tuzlu su.
Hayat yorgunluğuna da çare midir dersin?
Hem, beni götürsen iyi edersin.
Bir ucundan da ben tutarım işlerin.
Temizlerim her gün güverteyi.
Bir iki balık da avladık mı, var mı bizden iyisi?

Fırtına mı dedin?
Daha kötülerini de gördüm inan bana.
Bedenim değil, ruhum alabora.
Ruh olmayınca beden neylesin?
Ruhumu geri istiyorum kaptan, yardım et bana.
Biliyorum ruhum orada.
Denizin tam ortasında.

Sevdiğin mi dedin?
Vardı bir zaman.
Kararmıştı ela gözbebekleri, sanki denize isyan.
Çerçeveden resmi bana öyle bir bakıyordu ki, kor oluyordu içimdeki yarası kaptan. Öyle bir kordu ki, dağlamadan yakanlardan.
Söndürmek için o ateşi denize karışıp bir köpük olmak
ve her köpük gibi harcamak istedim kendimi bir kumsalın çakıl taşlarında.
O kumsal kadar onun olmadan kurtulur muydum içimdeki ateşinden?
Onsuz bir deniz, nasıl buharlaşır hasretinden, ah bir bilsen.
Şöyle bir düşündüm de aslında, onsuz olmak ne denize yarıyor, ne de bana.
Mademki diyorum, o yok, deniz onsuz kalmasın diye, onu da götürmeliyim içimde. En derinimden, en derine.

Yardım et kaptan.
Biliyorum yüküm ağır diye böyle yapıyorsun.
Ama yükün suçu bende mi?
Git ona söyle.
Ben kalamam burada, ruhumun orada olduğunu bile bile.

Anla beni, burada kalamam.
Yorgunum diyorum, "Hayatı sırtlanmış götürüyor" diyorlar.
Oysa beni eziyor sırtımdaki kaptan.
Sıkıldım artık sadece bu ezilmeyi onurlu ya da onursuz kılmaya memur olmaktan. Söyledim anlamadılar, söylemedim gecelerime bulaştı.
Hoyratça harcanan ve harcandığını bilip de bir şey yapamayanlar kulübünün başkanı olmanın haklı gururunu yaşıyor olsam da, ağırıma gidiyor artık.

Kim anlar beni, deniz gibi bir bilgeden öte?
Biliyorsan söyle, çekinme.
Anlamasan bile bir şans ver bana kaptan!
Çok şey beklemedim ben bu hayattan.
Beklediklerim hep bir önceki seferle gelmişler, ben kaçırmışım.
Beklemediklerim başıma gelmiş, hep şaşırmışım.
Daha nasıl anlatayım?

Issız bir ada görürsen bırak beni, ona da razıyım.
Yeter ki bineyim şu gemiye, denizde yol alayım.
Beni de al kaptan, bırak tayfan olayım.

Anlamadın mı?


İçindeki derinliğe doğru yaptığın yolculuklar kendini tanına yardımcı olur. Bu sohbetimizde gerçekte sana ait olmayan dış dünyadan etkilendiğin, bir başka doğmadan söz edeceğim. Umarım bugünden sonra bu doğmayı da tarihin derinliklerine gömeceksin.

Esas teslimiyet içimizde gerçekleşir. Asıl teslimiyet bir gevşeme, bir güvendir. Dilbilimsel olarak teslimiyet, birine teslim olmak demektir, ruhsal olarak teslimiyet güven, gevşeme demektir. Bir davranıştan ziyade bir yaklaşımdır. Güven yoluyla yaşarsın.

Anlamadın mı? Hemen açıklayayım. Nehre gittin ve yüzüyorsun. Ne yaparsın? Suya güvenirsin. İyi bir yüzücü o kadar güvenilir ki adeta nehirle bir olur. Mücadele etmez, suya tutunmaz, kaskatı ve gergin değildir. Kaskatı ve gerginsen boğulursun, ruhsal nehir sana özen gösterir.

Bu yüzden ne zaman biri suda ölse, cesedi suyun üzerinde yüzer. Bu bir mucizedir. Hayret verici! Kişi canlıyken yüzme bilmediği zaman suya batar, ama öldüğünde suyun üzerinde yüzer. Ne oldu? Ölü insan nehir hakkında yaşayan insanın bilmediği bir sırrı bilir. Yaşayan insan mücadele ediyordu. Nehir düşmandı. Korkuyordu, güvenemiyordu. Fakat ölü insan hiçbir gerilim olmadan tümüyle gevşemiştir: Birden beden yüzeye çıkar, nehir gerekeni yapar. Ölü bir insanı hiç bir nehir boğamaz.

Güven, savaşmıyorsun demektir. Teslimiyet, hayatı düşman değil dost olarak görüyorsun demektir. Bir kez nehre güvendin mi, birden tadını çıkartmaya başlarsın. Muazzam bir zevk ortaya çıkar: su sıçramak, yüzmek ya da sadece suyun üstünde kalmak ve dalmak, kısacası nehirden ayrı değilsindir, birleşirsin, bir olursun.

Teslimiyet, aynı iyi bir yüzücünün nehirde yüzmesi gibi yaşamak demektir. Hayat bir nehirdir. Mücadele edilebilir ya da suyun üstünde yüzebilirsin, nehri itebilirsin ve akıntıya ters gitmeye çalışabilirsin ya da nehirle birlikte akabilirsin ve nehrin seni götürdüğü yere gidebilirsin.

Teslimiyet birine karşı değildir, sadece bir yaşam biçimidir. Teslim olmak için Tanrı’ya ihtiyaç yoktur. Teslim olmak için Tanrı’ya inanan dinler var, Tanrı’ya inanmayan dinler de vardır- ama bütün dinler teslimiyete inanır. Budizm ve Caynacılık bir Tanrı’ya inanmaz, ama bunlar dindir. Hıristiyanlık, İslam ve Sihizm Tanrı’ya inanır. Bunlarda dindir. Hıristiyan Tanrı’ya teslimiyeti öğretir: Tanrı, teslim olmak için bir mazerettir sadece. Tanrı’ya inanmaya gerek yok –hemen kızıp öfkelenme sözümün bitmesini bekle-. Aslında İNANÇ kelimesi çirkindir; güveni göstermez. İnanç neredeyse güvenin tam tersidir. İnanç kelimesi (Belief) kelimesi lief kökünden gelir. Lief arzu etmek, istemek demektir. Konuyu biraz daha açayım. “Merhametli Tanrı’ya inanıyorum” diyorsun. Tam olarak ne diyorsun? “ Keşke merhametli bir tanrı olsa” diyorsun. “İnanıyorum” dediğin anda, “Şiddetle arzu ediyorum” diyorsun ama bilmiyorsun.

Biliyorsan, inanç söz konusu değildir. Burada ki ağaçlara inanıyor musun? Her sabah doğan Güneş’e inanıyor musun? Yıldızlara inanıyor musun? İnanç söz konusu değildir. Güneş’in orada olduğunu, ağaçların orada olduğunu bilirsin. Kimse Güneş’e inanmaz; inansaydı deli olduğunu söylerdin. Birisi gelip “ Ben Güneş’e inanıyorum” deseydi ve seni de değiştirmeye çalışsaydı “ Sen delirmişsin!” derdin.

Bir hikâye: Bir hanımefendi Leydi Lewis, ABD’leri tarafından İtalya’ya elçi olarak atanır. Yakın zamanda Katolik olmuştu ve elbette insanlar din değiştirdiklerinde çok hevesli olurlar. Kiminle temasa geçse onu Katolik yapmaya çalışıyordur.

O elçi İtalya’ya gittiğinde papayı görmeye gider. Uzun tartışma bitmez bilmez, bir basın muhabiri konuşanları duyabilmek için usulca yaklaşır. Papa kimseye bu kadar zaman ayırmamıştır ve tartışma son derece hararetli ve ateşli gözüküyordu.

Muhabir kulak misafiri olduğu konuşmada Papa çat pat İngilizcesiyle “Hanımefendi, beni anlamıyorsunuz. Ben zaten katoliğim”

Eğer biri gelir ve sana “ Güneş’e inan” derse, “Ben zaten güneş’e inanıyorum, endişen olmasın” diyeceksin – çünkü biliyorsun.

Biri Sri Aurobindo’ya, “ Tanrı’ya inanıyor musun? Diye sormuş. “ Hayır” diye yanıt vermiş.

Elbette soruyu soran şoke olmuş. Çok uzaklardan, Almanya’dan gelmiş ve hararetle Tanrı’yı arayan bir insan olarak çok şey umut ediyormuş ve bu adam ifadesiz bir şekilde sadece hayır demiş. “ Fakat ben onu bildiğinizi zannediyordum” . Evet, onu biliyorum, ama ona inanmıyorum” demiş Aurobindo.

Biz kez bildiğinde, inancın ne anlamı var? İnanç cehalettir. Biliyorsan bilirsin. Ve eğer bilmiyorsan, bilmediğini bilmekte iyidir. İnanç seni aldatabilir. İnanç zihninde bilmeden bildiğini düşünmeye başladığın bir hava yaratabilir. İnanç güven değildir ve tamamen inandığını ne kadar kuvvetli söylersen içinde ki şüpheden o kadar korkarsın.

Güven şüphe bilmez, inanç şüpheyi bastırmaktan başka bir şey değildir; bir arzudur. “Tanrı’ya inanıyorum” dediğinde, “Tanrı’sız yaşayamıyorum. Bir Tanrı kavramı olmadan, ölümle kuşatılmış bir karanlığın için de var olmak çok zor olurdu” diyorsun. O kavramın tek faydası var. İnsan yalnız hissetmez, korunmasız, güvencesiz hissetmez- inancın nedeni bu.

Mantin Luther, “Benim Tanrım büyük bir kaledir” diye yazmış. Bu söz güvenen bir insandan gelmiş olamaz. “Benim Tanrım büyük bir kaledir” mi? Martin Luther savunmadan görünüyor. Tanrı bile yalnızca seni koruyacak, seni güvende hissettirecek bir kale mi? O zaman korkudan kaynaklanıyor. “Tanrı benim en büyük kale’mdir” düşüncesi durmadan doğar, sevgiden değil. Güvenden doğmaz. Bu söz derin korku ve şüphe içeriyor.

Güven basittir, aynı bir çocuğun annesine güvenmesi gibi. O güvenin nedeni çocuğun inanması değildir, inanç henüz başlamamıştır. Bir zamanlar sende küçük bir çocuktun. Annene inandın mı, yoksa ona güvendin mi? Şüphe oluşmadı, öyleyse inanç meselesi ne oluyor. İnanç ancak şüphe başladığı zaman gelir; şüphe önce gelir. Daha sonra, şüpheyi bastırmak için bir inanca tutunursun. Güven şüphenin ortadan kalkmasıdır, şüphe olmadığında güven vardır.

Örneğin nefes alıp veriyorsun. Nefes alırsın, sonra nefes verirsin, soluğunu dışarı verirken korkuyor musun? Kim bilir, gelebilir de gelmeyebilir de. Güvenirsin. Geleceğine güvenirsin. Neden geri gelmesi gerekiyor? En fazla geçmişte hep öyle olduğunu söyleyebilirsin ama o da garanti değildir. Soluğunu tekrar gelmeyebilir diye dışarı vermekten korkuyorsan, nefesini içinde tutacaksın. İnanç budur; yapışmak, tutunmak. Fakat nefesini içeride tuttuğunda, yüzün moraracak ve boğulduğunu hissedeceksin. Ve bunu yapmaya devam edersen öleceksin.

Bütün inançlar boğar ve bütün inançlar gerçekten hayatta olmamana yardım eder. Varlığını donuklaştırır.

Nefes verirsin, yaşama güvenirsin. Budistlerin nirvana kelimesi basitçe nefes vermek, soluğunu dışarı vermek, güvenmek demektir. Güven çok ama çok masum bir olaydır. İnanç kafadan gelir, güven kalpten gelir. Kişi sadece yaşama güvenir, çünkü sen yaşamdan doğdun, yaşamın içinde yaşıyorsun ve yine kaynağa döneceksin. Korku yoktur. Doğarsın, yaşarsın, öleceksin; korku yoktur. Yeniden doğacaksın, yeniden yaşayacaksın, öleceksin; bu bir çarktır. Sana hayat veren yaşam, daima daha fazla yaşam verebilir, öyleyse korkunun anlamı ne.

Neden inançlara yapışırsın? İnançlar insanın işidir. Güven Tanrı’nın işidir. İnançlar felsefidir, güvenin felsefeyle ilgisi yoktur. Güven basitçe senin, sevginin ne olduğunu bildiğini gösterir. Bu, Cennet’te bir yerde oturan ve idare eden, yöneten Tanrı’yla ilgili bir kavram değildir. Güvenin Tanrı’ya ihtiyacı yoktur.: Bu ölümsüz yaşam, bu tamlık yeter de artar bile. Güvendiğinde gevşersin. O gevşeme teslimiyettir.
Hz. Muhammed her akşam gün içinde topladıklarını dağıtırdı. Hepsini! Ertesi güne tek bir pai bile saklamazdı, çünkü “Bugün veren kaynak bana yarında verecek. Bugün olduysa, yarına neden güvenmeyeyim? Neden saklayayım” derdi.

Fakat ölüm döşeğindeyken çok hastaydı ve karısı endişelendi: gece yarısı bile doktor gerekebileceği için o gece beş dinar sakladı. Korkuyordu. “ Kimse bilmez. Gece çok hastalanabilir ve ilaç gerekebilir. Gecenin köründe nereye gideceğim? Doktor gerekebilir ve parasını vermek zorundayız.” Hz Muhammed’e hiçbir şey söylemeden beş dinarı sakladı.
“ Gece yarısına doğru Hz Muhammed gözlerini açtı ve “ Etrafımda bir güvensizlik hissediyorum. Bir şey saklanmış gibi.”
Karısı çok korkmuştu ve “Beni bağışla, ama gece bir şey gerekebilir diye beş dinar sakladım” dedi.
“ Git onu birine ver” dedi Hz. Muhammed.
“ Gece yarısı kimi bulacağım?” dedi kadın.
“ Sadece dinle “ dedi Hz. Muhammed “ ve huzur içinde ölmeme izin ver, yoksa suçlu, Tanrıma karşı suçlu hissedeceğim. Bana soracak olursa, son anda güvensizlik içinde öldüğüm için utanç duyacağım. Git!”
Kadın dışarı çıktı, inanmadan elbette, ama orada bir dilenci duruyordu.
Geri döndüğünde Hz. Muhammed, “Bak, o iyi idare ediyor ve eğer bir şeye ihtiyacın olursa, bağışta birisi kapının dışında duruyor olacak. Endişelenme” dedi.
Sonra battaniyesini çekti ve Allah’ın rahmetine göçtü.

Bir şeye yapışmak, her ne olursa olsun, güvensizliği gösterir. Bir kadını veya bir erkeği seviyor ve sıkıca tutuyorsa, bu sadece güvenmediğini gösterir. Bir kadını seviyor ve “Beni yarında sevecek misin?” diyorsan, güvenmiyorsundur. Evlenmek için nikâh dairesine gidiyorsun, güvenmiyorsun. O zaman sevgiden daha çok nikâh dairesine, polise, kanuna güveniyorsun. Yarına hazırlanıyorsun. Yarın bu kadın veya erkek seni aldatmaya kalkarsa ya da yüzüstü bırakırsa, mahkemeden ve ya polisten destek alabilirsin ve kanun senin yanında olacak, bütün toplum seni destekleyecektir. Düzenleme yapıyorsun korkuyorsun.

Fakat eğer gerçekten seviyorsan, sevgi yeterlidir, hem de fazlasıyla. Yarın kimin umurunda? Fakat derinlere şüphe vardır. Aşık olduğunu düşünürken bile şüphe vardır.

“Kendine ışık ol”. Yaşama teslim olduysan, kendine ışık olmuşsundur. O zaman yaşam seni yönlendirir. O zaman hep aydınlanma içinde yaşarsın” Kendine ışık ol” derken kimseyi takip etmemeni, kimseye tutunmamanı söylüyor. Açık, korunmasız ol, ama kendi başına kal. Hatırla benim hakikatim senin hakikatin olamaz, benim ışığım senin ışığın olamaz. Hakikat, ışık senin içinde yanacak onu kendi içinde uyandırmak zorundasın. Hakikat ödünç alınamaz, aktarılamaz, çünkü o bir mal değildir.

Sє√qiLєrim'Lє..

3 Ağustos 2012 Cuma

Hiç düşündün mü?



Hiç düşündün mü sence insan nasıl bir varlıktır? Bugün insana doğru bir yolculuk yapacağız bu yolculuk sırasında kah labirentlerde kaybolacağız, kah dik yokuşlardan aşağı amansızca düşeceğiz. Yalnız kısa süreliğine de olsa daha önce insan hakkındaki edindiğin önyargıları bir kenara bırakarak başlayalım mı? Öncelikle insana benzeyen bir bitkiden söz etmekle başlamak istiyorum.

Lotus yaprağının ortasında, titrek bir çiğ damlası gibi sabah güneşi parıldar. Lotus çiçeği sadece vardır… Var olmanın gücüdür. Var olabilmek için güçlüdür.

Işık ve oksijenin olmadığı, bir bitkinin asla yetişemeyeceği düşünülen bir ortamda, bataklığın içinde filizlenmeye başlayarak suyun yüzüne doğru yol alır.

Işık, su ve havayla, dünyanın kaynağı bu üç elementle, ölümüne mücadele eder. Yaşamak için, yaşayabilmek için. Tüm amacı, yaşayabilmesi için gerekli olan ışığa kavuşmaktır. Suyun zifiri karanlığında kendiliğinden köklenir; ışığın son huzmesinde olgunlaşır. En sonunda koyu katran sudan başını çıkararak havaya ulaşır.

Suyun yüzüne vardığında artık büyümesi sonlanmıştır. Bundan sonra, dikenli bir dokusu olan yuvarlak tomurcuklar doğurmaya başlar. Bu tomurcuklar birkaç saat gibi kısa bir sürede, yeterli su ve besinle boyu neredeyse bir metreye varan, çapları üç metreye ulaşan dev yapraklara dönüşürler. Lotus, çok nazik görünümlü bir çiçektir. Hatta bütün kaynaklarda “gerçek nazik çiçekler” olanak anılırlar. Fakat aynı zamanda çok sağlam karakterli bir çiçektir. Bu büyük yaprakları bile üzerinde taşıyabilecek kadar güçlüdür.

Lotus çiçekleri bunca çamur içinde büyümelerine rağmen, saf ve kirlenmeden açarlar. Her zaman da temiz kalırlar. Çünkü bitki, yapraklarına gelen en küçük toz zerresini bile orada tutmaz. Bu pisliklerin kendisine zarar vereceğini bilir. Silkinir ve onlardan kurtulur. Hemen ardından, yaprağa düşen yağmur damlalarını, tozlarını süpürmek amacıyla kullanır.

Lotus tüm doğu kaynaklarında gerçek bir efsanedir. Hindistan’da, eski Mısır’da. Hatta Antik Yunan, Roma’da. Lotus çiçeğinin tüm bu kültürlerde, güneşi, doğumu ve aydınlanmayı simgelendiğine inanılır. Lotus insanoğlunun durmak bilmeyen MÜCADELESİYLE DE özdeşleştirilir. O, yaşamın devamının, yaşama kararlığının sembolüdür. Her türlü zorluğa rağmen ayakta kalınabileceğinin ifadesidir. Aynı zamanda bir canlının, mücadele ne kadar çetin olursa olsun, temiz olarak ayakta kalınabileceğini anlatır. Lotus çiçeğinin ortasında “berrak öz”, değerleri olan insanların doğasına benzetilir. Lotus tohumları, bir insanın iç dünyası gibi sınırsız ve derindir.

Lotus çiçeği bütünüyle bir karakterdir. İnsanın karakterinin sembolizasyonudur. Yaşamaya henüz başlamış küçük bir tohum, ne suyun bir bitiş noktasının olduğundan, ne güneşten, ne de oksijenden, ne de ışıktan haberdardır. Sadece yaşaması gerektiğini bilir. Bilmesi gereken şeyde budur zaten. Bu, içindeki güçtür. O güç, Lotus çiçeğini tüm yaşam süreci boyunca ayakta tutacak bir karakterdir. Önemli olan bu karakterin farkında olmaktır.

İnsanın tanımlanabilmesi mümkün müdür? Hangi bakış açısıyla onu anlamamız mümkün olabilir? İnsan varoluşu, doğası hakkında neler söyleyebiliriz? İnsan değişebilir mi? Öyleyse ne kadar değişebilir. İnsan karakterinin oluşumunda çevrenin ya da kalıtsal ağırlığı nedir. İdeal bir yaşamın yolu var mıdır? Bunun ne kadarı insanın kendisiyle, ne kadarı diğerleriyle ilgilidir. İnsan kaç farklı bir bakıştan ya da modelden tanımlanabilir. Pek çok farklı bilimde bu sorulara kendi bakış açılarından yanıt arıyor.

Örneğin psikoloji disiplini, insanların temel güdülerini, bilişini, bilinçaltını ya da temel tutumlarını inceleme eğiliminde olmuştur. Biyolojik bilimler için insan tamamen maddesel bir oluşumdur. Karbondan teşkil ve fizikokimyasal bir sistemdir. Maddesel boyutu her ne kadar en ince noktasına kadar incelense de, insanın manevi boyutunun bedenle etkileşimi biyolojik disiplini için hep sorun olmuştur. Sosyolojik disiplinler ise psikolojinin aksine insanı bir birey olarak incelemektense, onu toplumun içinde görmek eğiliminde olmuştur. İnsan kültürünün ve topluluklarının içinde indirgemeci ( karmaşık öğeleri basit öğelere indirme) bir yaklaşımla ele almıştır.

Ekonomik bilimleri için insan, salt ekonomik bir varlıktır. İnsan için üretim ve tüketim ilişkilerinden bahsedilebilir. Felsefi bilimler için insan çoğunlukla akıl ve mantık odaklı olmuştur. İnsanın duyguları söz konusu olduğunda, bunlar çoğunlukla mantıkla özdeşleştirilmiştir. Tarih insanı farklı bir pencereden, estetik ise bir başka bakış açısıyla görmüştür. Ahlak ise insanı bir değerler silsilesi ya da vicdan kavramları etrafında değerlendirmiştir. Diğer tüm bilimleri düşünürsek daha fazlası da var elbette.

Bu kadar disiplin, bu kadar farklı bakış açısı… İnsan tek bir bilimin bakışı tarafından anlaşılamayacak kadar karmaşık bir sistem. Çok boyutlu ve değişken aynı zamanda. Burada biyolojik, rasyonel, sosyolojik, tarihi, kültürel, manevi ya da ahlaki boyutları olan bir varoluştan bahsediyorum. İnsana bir bütün olarak bakmak, onun bütünlüğüne saygı duymak, gerektiğine inanıyorum.

Yolculuğun sonuna geldik istersen tekrar eski bildiklerini yüklenip yolculuğuna kaldığın yerden devam edebilirsin.

Sє√qiLєrim'Lє

1 Ağustos 2012 Çarşamba

“ SU”




Zehirlerden arınmanın en mucizevî yolu “ SU”

“Su doğanın en basit, en etkili, en güvenli ve en “yan etkisiz” mucizevî ilacı ve şimdi bunu öğrenme zamanı. Yeni ve sağlıklı bir yaşama başlamak, şu anda ellerinizin arasında tutacağınız bir bardak suda…”

Şimdi senden bir isteğim var. Evdeysen mutfaktan bir bardak su getir, dışarıdaysan 0,5 lt pet şişe su al. Okurken suyun yanında olması önemli. Bir yandan okurken bir yandan yudumladığın su bilinçaltını çok önemli yenilikleri kodlamana yardımcı olacak.

İranlı hekim Batmanghelidj’nin “Hasta Değil Susuzsunuz” adlı kitabında vücudun 46 nedenle su istediğini söylüyor. Bu kitaptaki bilgilerini derleyebilmek için, 1950’de Londra’da ki St. Mary Üniversite Hastanesi Tıp Fakültesi’nde başlayan tıp eğitiminden sonra 22 yıldan fazla araştırma yapmış ve çalışmalarının sonucunda bir kitap çıkarmıştır.

Dr. Batmanghelidj, suyun bilumum hastalıklara iyi geldiğini, insanı iyileştirdiğini “tesadüfen” hapishanede öğrenmiş. Peki, bir hekimin, eğer cezaevi doktoru değilse orada işi nedir?

Doktorumuz bir suçlu! Suçu, Şah döneminde rejim karşıtı devrimci örgüt Halkın Mücahitleri’ne yardım yapmak. Mollalar iktidara geldikten sonra da doğal olarak tutuklanıyor ve İran’ın en ünlü işkence hanesi Evin Hapishanesi’ne atılıyor. Bir gün koğuşta, mahpuslardan birisi inanılmaz mide sancılarıyla kıvranmaya başlayınca, doktorumuz gayri ihtiyari olaya müdahale ediyor ve adama iki bardak su içiriyor.

Çok geçmeden sancıların dindiğini gözlemliyor. Bu olay, Dr. Batmanghelidj’in suyun hastalıkların tedavisinde ne denli bir etkisi olduğunu ilk keşfettiği an oluyor. Bundan sonra su çalışmalarını yoğunlaştırıyor. 2.5 yıl içerisinde iki bin tutuklu ve hükümlüyü hastalıklardan arındırıyor. İyileştiriyor. YALNIZCA SUYLA.

Yazara göre vücudumuz tam 46 nedenle suya ihtiyaç duyar. İşte bu 46 neden:

Hiçbir Şey Susuz Yaşayamaz.

Göreceli su yetersizliği vücudun bazı fonksiyonlarını önce bastırır, sonra öldürür.

Su temel enerji kaynağıdır, vücudun “nakit akımı” dır

Su vücudun her hücresinde elektriksel ve manyetik enerji üretir, bize yaşam gücü verir.
Hücre yapısındaki maddeleri birbirine bağlayan bir yapıştırıcıdır.

DNA hasarını önler ve onarım mekanizmalarının daha iyi çalışmasına yardımcı olur. Böylece üretilen anormal DNA sayısı azalır.

Bağışıklık sisteminin merkezi olan kemik iliğinde, bu sistemi kanser de dâhil olmak üzere, çeşitli hastalıklara karşı güçlendirir.

Bütün besinlerin, vitamin ve minerallerin temel çözücüsüdür. Vücutta besinleri küçük parçalara ayırır. Sindirimlerinde ve son metobolik aşamasında görev yapar.

Besinlere enerji verir ve parçalanan besinler sindirim sırasında bu enerjiyi vücuda aktarır. Susuz yenen yemeğin vücut için hiçbir değeri yoktur.

Su, besinlerdeki gerekli öğelerin emilimini artırır.

Bütün öğelerin vücuda taşınmasına yardımcı olur.

Akciğerde oksijen toplayan kırmızı kan hücrelerinin çalışma verimliliği artırır.

Hücreye ulaşan su, o hücreye oksijen verir ve atık gazları vücuttan atılmaları için akciğere taşır.

Vücudun çeşitli bölgelerinden zehirli atıkları toplar ve atılmaları için karaciğer ya da böbreklere taşır.

Eklem boşluklarında ki temel yağlayıcı maddedir, artrit (eklemlerdeki iltihaplı romatizmal bir hastalık) sırt ağrılarının oluşumunun önlenmesinde yardımcı olur.

Omurgadaki diskleri ‘şok emici su yatakları’na dönüştürür.

Bağırsakları en iyi çalıştıran yağlayıcı maddedir. Kabızlığı önler.

Kalk krizi ve felce karşı korur.

Kalp ve beyin damarlarının pıhtılaşmasını önler.

Vücudun soğutma (terleme) ve ısıtma (elektrik) sistemleri için vazgeçilmezdir.

Düşünce başta olmak üzere, bütün beyin fonksiyonları için güç ve elektriksel enerji verir.
Serotonin ve diğer sinir ileticileri üretimi için vazgeçilmezdir.

Melatonin de dâhil olmak üzere, beyinde üretilen bütün hormonların yapımı için gereklidir.

Çocuklarda ve yetişkinlerde dikkat yetersizliği sorunlarına çözüm getirir.

Vücudun verimini artırır ve dikkat aralığını büyütür.

Su dünyada ki bütün içeceklerden daha kolay bulunabilir ve hiçbir yan etkisi yoktur.

Stres, gerginlik ve depresyon hafiflemesine yardımcı olur.

Uykuyu düzenler.

Yorgunluğun giderilmesine yardımcı olur ve bize gençliğin enerjisini verir.

Cildi yumuşatır ve yaşlılık belirtilerinin azalmasına yardımcı olur.

Glokomdan (gözün kör olma tehlikesi) korunmamıza yardım eder.

Gözlere canlılık ve parlaklık verir.

Kemik iliğinde kan üretim sistemlerini düzenler, lösemi ve lenfoma oluşumunun önlenmesine yardımcı olur.

Kanı sulandırır ve pıhtılaşmasını sağlar

Vücutta enfeksiyon ve kanser hücrelerinim geliştiği bölgelerde bağışıklık sistemini güçlendirmek için çok gereklidir.

Kadınlarda, adet öncesi ağrıyı ve ateş basmasını hafifletir.

Kalp atışıyla birlikte kanı sulandırıp dalgalandırarak dolaşımdaki katı maddelerin dibe çökmesini engeller.

İnsan vücudunda su kaybı sırasında kullanabilecek bir su deposu yoktur. Bu nedenle gün boyunca düzenli olarak su içmemiz gerekir. (Yazın 10-15, Kışın 7-10 bardak)

Dehidrasyon ( su kaybı) cinsellik hormonunun üretimine engel olur, bu iktidarsızlık ve libido kaybının başlıca nedenlerinde biridir.
Su içtiğimiz zaman susuzluk ve açlık duygularını ayırt edebilirsiniz.

Zihin ve vücut fonksiyonlarını bütünleştirir. Karar verme hedefleri belirleme yeteneğini artırır.

Kilo vermenin en iyi yolu su içmektir. Düzenli aralıklarla su için ve sıkı rejim yapmadan zayıflayın. Susadığınızda bol su içmelisiniz. Yemeklerden önce bir bardak su için, yemeklerden sonra içmeyin.

Dehidrasyon ( su kaybı) doku boşlukları, eklemler, böbrekler, karaciğer, beyin ve deride zehirli çökeltilerin birikmesine yol açar. Su bunları temizler.

Su, gebelikte sabah bulantılarını azaltır.

Yaşlılıkta bellek kaybının önlenmesine yardımcı olur. Alzheimer, multipl skleroz, Parkinson ve Lou Gehring hastalıklarının riskini azaltır.

Kafein, alkol ve bazı ilaçlara duyulan bağımlılığın giderilmesine yardımcı olur. Bir şey daha: Çay, kahve, meyve suyu vb. kaynaklardan alınan dolaysı sıvı asla suyun yerini almaz.

_ڪے£vgil£riml£

Sizce

 
 
 

Sizce olgun bir zihne sahip olmak ne demek?

Bildiğini zannetmek olgunlaşmamış olmaktır. Bilgiden hükümden yola çıkarak iş görmek hamallıktır. Bilgisizlikten, hükümsüzlükten yola çıkarak iş görmek olgunluktur.

Olgunluk kendi bilincine derin güvendir; olgunlaşmamışlık kendi bilincine güvensizliktir. Bilincine güvenmediğinde bilgine güvenirsin ama bilgi bir ikamedir (yerine geçme) ve bu konuda çok zayıf bir ikamedir.

Bunu anlamaya çalış, yaşıyorsun, bir sürü şey deneyimledin; okudun, dinledin, düşündün. Şimdi bu sonuçların hepsi orada. Belli bir durum oluştuğunda, iki şekilde hareket edilir. Bütün birikmiş geçmiş yoluyla, ona göre iş görebilirsin. O zaman ne yaparsan yap yanıt yanıt değil tepki olacaktır. Tepkisel olmak olgunlaşmamış olmaktır.

Hemen şimdi, şu anda burada, bilincin yoluyla, farkındalığın yoluyla, bildiğin bir şeyi kenara koyarak iş görebilirsen, bu masumiyet yoluyla iş görmektir- ve bu olgunluktur.

Zihin öğrenmeye hazır olmadığında olgunlaşmamıştır. Birinden bir şey öğrenmeye ihtiyacın varsa, ego büyük tatmin duyar; ego zaten bildiğini hissettiğinde kendini çok gelişmiş hisseder. Şimdi sorun hayatın sürekli değişmesidir, asla aynı değildir- akmaya devam eder, bir akıştır- ve insanların bilgileri daima aynıdır. Bilgi yaşamla birlikte gelişmiyor, geçmişle bir yere takılı kaldı. Bilgi yoluyla tepki verdiğin her seferinde, ana fikri kaçıracaksın, çünkü tam olarak yapılması gereken doğru şey olmayacak. Hayat değişti, ama bilgi aynı kaldı ve insanlar bu bilgiye dayanarak hareket ederler.
Bu da bugüne dünkü bilgiyle bakılıyor demektir. Bu durumda hiçbir zaman canlı olunmayacak demektir. Bir kişi ne kadar bilgi yoluyla iş görürse o kadar olgunlaşmamış demektir.

Şimdi bir paradoks: Masum her çocuk olgundur. Olgunluğun yaşla ilgisi yok, çünkü deneyimle hiç ilgisi yok. Olgunluğun cevap verme yeteneğiyle, bakirlikle, masumiyetle ilgisi var. Dolayısıyla olgun kelimesi kullanıldığında daha deneyimli olunduğu anlamı çıkmamalı.

Küçük bir çocuğu izle: Hiç bir şey bilmeden, hiçbir tecrübesi olmadan, burada ve şimdi bir faaliyet gösterir. Bu nedenle çocuklar yaşlılardan daha fazla öğrenebilir. Psikologlar, öğrenmeye zorlanmadığı, kendini kontrol altında tutmaya zorlanmadığı takdirde bir çocuğun herhangi bir dili üç ayda öğrenebileceğini söylüyor. Yalnızca dili bilen insanlarla kendi başına bırakıldığında üç ayda kavrayacak. Fakat eğer onu öğrenmeye zorlarsan, yaklaşık üç yılı bulacak – çünkü ne kadar zorlanırsa o kadar öğrendiği şey üzerinden, dünkü bilgi üzerinden iş görmeye başlar. Kendi başına bırakıldığında özgürce, doğal hareket eder; öğrenme kolayca kendiliğinden gelir.

Çocuk sekiz yaşına geldiğinde, bütün yaşamı boyunca öğreneceğinin neredeyse yüzde yetmişini öğrenmiştir. Seksen yıl yaşayabilir ama sekiz yaşına geldiğinde yüzde yetmiş öğrenmiştir – daha öğreneceği sadece yüzde otuz ve öğrenme kapasitesi her gün giderek azalacak. Ne kadar çok bilirse o kadar az öğrenir. İnsanlar olgunluk kelimesini kullandıklarında, daha fazla bilgiyi kastediyorlar; olgunluk aslında öğrenme kapasitesidir –bilmeyi değil öğrenmeyi. İkisi tamamen farklıdır ve taban tabana zıt şeylerdir.

Bilgi ölü bir şeydir, öğrenme kapasitesi canlı bir süreçtir. İnsanlar basitçe öğrenmeye yatkındırlar, sadece açık ve almaya hazırdırlar. Öğrenme alıcılıktır. Bilgi insanı daha az alıcı yapar, çünkü zaten kişi bildiğini düşünmeye devam eder. Öğrenecek ne var? Zaten kişi biliyorsa, çok şey kaçırır, hiçbir şey bilmediği zaman hiçbir şey atlamaz.

İleri yaşında Sokrates, “Şu anda hiçbir şey bilmiyorum” der. Bu, olgunluktu. En sonunda, “ Hiçbir şey bilmiyorum” der.

Yaşam uçsuz bucaksızdır. Bu minicik zihin nasıl bilebilir? En fazla anlık görüntüler yeter; onlar bile çok fazladır. Varoluş olağanüstü büyük ve sınırsız, başlangıçsız ve sonsuzdur-bu küçük bilinç damlası onu nasıl bilebilir? Birkaç anlık görüntü gelse, birkaç kapı açılsa, varoluşla bağlantı kurduğun birkaç dakika olsa bile, o da yeterlidir. Fakat o anlar bilgiye dönüştürülemez. Zihin bunu yapmaya meyillidir. O zaman gitgide hamlaşır.

Yani birinci mesele öğrenmeye yatkın olmanın gerektiği ve öğrenme kapasitesinin asla bilgiyle yüklenmemesinin, asla tozla kaplanmamasının gerektiğidir. Yansıtmayı sürdürebilmesi için öğrenme aynasının temiz ve yeni kalması gerekir.

Zihin iki şekilde işleyebilir. Bir fotoğraf makinesi gibi çalışabilir: Bir kez çekim bittiğinde, film derhal bilgi sahibi olur ve öğrenme kapasitesine kaydeder. Bir kez çekilmiştir ve şimdiden bilir. Artık işe yaramaz, artık daha fazla öğrenemez. Tekrar tekrar çekim yapıldığında, giderek daha karışık bir hale gelecektir. Bu nedenle çok şey bilen insanlar öğrenmekten korkar, çünkü kafaları karışacaktır. Bu insanlar daha önceden çekim yapılmış filmlerdir.

Başka bir öğrenme biçimi; ayna gibi öğrenmek. Aynayı bin kere kullanmak bir şeyi değiştirmez: Aynanın önüne geçildiğinde yansıma görülür. Kişi hareket ettiğinde yansımada hareket eder. Ayna asla biriktirmez. Fotoğraf makinesi filmi ise biriktirir; cimridir, sıkı tutar, yapışır. Fakat ayna sadece yansıtır: Karşısına geçtiğin anda, içindesindir; hareket ettiğinde hareket ettirilirsin.

Olgun kalmanın yolu budur. Her çocuk olgun doğar ve neredeyse bütün insanlar olgunlaşmamış ölür. Bu size çok çelişkili gelecek ama gerçek bu. Masumiyetini koruduğunda, olgunluğunu da korunmuş olur.

Şimdi gelelim ikinci şeye, olgunlaşmamış zihin daima önemsiz şeylerle ilgilenir. Olgunlaşmamış zihin daima nesnelere ilgi duyar.: para, ev, araba, güç, saygınlık- hepsi ıvır zıvır, hepsi saçmalık. Olgun zihin yalnızca varoluşla, varlığa, yaşamanın kendisine ilgi duyar. Dolayısıyla olgunlaşmamış bir zihin dendiğinde, hala insanlarla değil nesnelerle ilgilenmesi, hala içeriyle değil dışarıyla ilgilendiğini, hala öznellikle değil, görüntülerle ilgilendiğini, hala sınırsız olanla değil, sınırlı olanla ilgilendiği kastedilir.

Sadece zihnini izle, gittiği yerleri, fantezilerini. Şimdi bir soru; yolda değerli bir elmas bulursan ve elmasın hemen yanı başında da bir gül açmışsa, hangisiyle ilgilenirsin, gülle mi yoksa elmasla mı? Elmasa ilgi gösterirsen gülü göremeyeceksin. Açıkça gülü gözden kaçırırsın: “Değersiz.” Elmas gözlerini kör edecek. Bütün zihin elmasa odaklı olacak ve daha canlı olan başka bir elması kaçıracaksın-gülü

Uzak doğuda bir efsane vardır; güllerin sıradan çiçek olmadığını, elmastan yapıldığı söylenir. Eğer burada güllerin, tam olarak bu yeryüzü üzerinde – cennette değil, burada, şimdi-elmastan yapıldıklarını görebiliyorsan, uzağa gitmeye ne gerek var. Bir gülü nasıl göreceğini bilmeye ne gerek var? Bir gülü gördüğünde elmasın varlığı o kişiyi ilgilendirmez.

Adamın biri heyecanla içeri giriyor; “Bir arkadaşım merdivenlerin başında gezinirken tepetaklak aşağı düşmüş başını çarpmış ve ölmüş” dedi. İçeridekiler heyecanla “ ölmüş mü?” diyorlar. Adam “ölmüş” diye tekrar ediyor ve üzerine basa basa, “ve gözlüğünü de kırmış!”

Olgunlaşmamış zihin yaşam ve ölüm ve sevgiden çok gözlükle ilgilidir; daha çok nesnelerle, evlerle, arabalarla ilgilidir. Eğer birine olgunlaşmamış bir zihne sahip denildiğinde, hala değersiz, gereksiz olanlarla ilgilendiği kastediliyordur. Nesneler en fazla kullanılabilir, yaşamın süsü olabilir, ama yaşamın yerini alamaz, yaşamın yerini dolduramaz, yaşamın kendisi olamaz. Sizde yaşamanızda sefil hayatlar süren ez an birkaç zengin insan duymuşunuzdur.

Sana da söylüyorum nesnelerle çok fazla ilgiliysen, olgunlaşmamışsındır, hayatın nesnelerden değil bilinçten, varlıktan ibaret olduğunu öğrenememişsindir. Nesneler kullanmak içindir. Gereklidir ama onlara göre yaşamaya başlama. İnsan sadece ekmekle yaşayamaz; bir kez sadece parayla, yalnız nesnelerle yaşadığında, çoktan ölmüşsün demektir.

Üçüncü şey: Olgunluk daima doğaldır; planlanmaz, tekrarlar yapmaz. İnsanlar önemli kararlar alacağı zamanlar, günlerce düşünür, planlar, ama olaylar hiçbir zaman plan istenildiği gibi gelişmez. Hayat sürekli bir şeydir: Ya derhal harekete geçersin, ya da kaçırırsın.

Bir örnek verirsek susadıysan, susadığını unutur musun? Bir nehir kıyısına geldiğinde susuzluğun daha yakıcı bir hale gelecektir, çünkü suyun aktığını gördüğün ve çağıltısını duyduğun anda bastırdığın her şey derhal fokurdayacak, karşılık verecek. Bütün varlığın, “Susadım!” diyecek. Susamışsan, unutmazsın. Kendini su içmeye planladıysan boşuna bir çaba içerisine girmişsindir. Susamışsan, susamışsındır. Susadıysan nehre vardığında bunu zaten unutmayacaksın.

Mark Twain karısıyla birlikte az önce güzel bir konuşma yaptığı konferans salonundan evine dönüyormuş. Karısı orada değildi, yalnızca onu almak için gelmişti.
Yolda karısı, “ Konuşma nasıldı?” diye sormuş.
“Hangisi?” demiş Mark Twain. “Hazırladığım mı, orada konuştuğum mu, yoksa şimdi keşke yapsaydım diye düşündüğüm konuşma mı? Hangisi !!!!!”

Hazırlanırsan böyle olur. Bilinçli, uyanık, farkında ol ve doğanlığınla hareket et. Yalnız başkaları şaşırmayacak sen kendinde şaşıracaksın. Şaşırma kapasitesini koruyan bir zihin olgundur.

Son ve en temel şey; Bir kişiye olgunlaşmamış bir zihninin olduğu söylendiğinde, temelde bir zihne sahip olduğu söylenir, aslında zihin olgunlaşmamıştır. Ancak zihinsizlik olgunluktur.

Olgunluğun zihinle bir ilgisi yoktur. Çünkü zihin bildiğin her şey demektir. Zihin deneyimler demektir; zihin geçmiş, tekrarlar, hazırlıklar, birikim, bütün ıvır zıvır, ölü geçmişin bütün yığıntısıdır.

“ Olgun ol” dendiğinde, zihinsiz olma kastediliyordur. Hazırlıksız hareket edilirse, zihinsizlikten hareket edilir. Uyanık ve hazırlıksız kalmayı becerebiliyorsan, yaşama ve kendine şaşırıyorsan, yavaş yavaş en içteki yaşamla, yaşamın özüyle ilgilenir hale geleceksin. Bir insanı gördüğünde sadece beden görmeyeceksin; bakışın delici olacak, bakışın röntgen gibi olacak. O insanı, oradaki bilinci, öteki insanın içsel ışığını yakalayacak. Beden yalnızca bir ikametgâhtır; şahısla karşılaşacaksın, elini sıkacaksın.

Ve kendi yaşamında, yavaş yavaş bedenin yalnızca dıştaki bir kılıf olduğunu fark edeceksin: o kılıfa özen göstermek zorundasın, ihmal edilmemesi gerekir, değerlidir, ama sonuç değildir. Ve sen efendisin hizmetkâr değil. Yavaş yavaş, daha içerlere nüfuz ettikçe, zihnin de içte ki bir kılıf olduğunu, bedenden daha değerli ama senden daha değerli olmadığını göreceksin. Sen en yüksek değersin. Üstün değerini bir kez öğrendiğinde, olgunlaşırsın. Yaşamın bütünü ilahidir ve bütün canlılar Tanrının parçasıdır.

_ڪے£vgil£riml£

31 Temmuz 2012 Salı

öğrenmek ister misin?


İnsanlar sürekli bir çatışma içindedir, bu çatışma bazen kendimizle, bazen de karşımızdaki kişilerle
olur. Sizce bunun nedenleri nelerdir, öğrenmek ister misin?

Varlık birdir, lakin zihin iki yönlüdür. Ağaç gibi; gövde tektir, sonra ağaç iki dala ayrılır.

Varlık aynı ağaçların gövdesi gibidir: tek, iki olmayan. Zihin ağacın ikiye ayrıldığı, iki olduğu, diyalektik olduğu iki dallanmadır: tez ve karşı tez, erkek ve kadın, Yin ve Yang, gündüz ve gece, Tanrı ve Şeytan.

Dünyanın bütün ikilikleri temelde zihnin ikiliğinin içindedir ve ikiliğin altında varlığın birliği vardır. Aşağı kaydığında, ikiliğin altında, ona Tanrı de, nirvana de veya ne istersen onu de. İkilik yolunda daha yukarılara yükseldiğinde, milyon katı dünyayla karşılaşırsın.

Zihin bir olmadığı, anlaşılması gereken en temel içgörülerden biridir. Bu nedenle, zihin yoluyla gördüğümüz her şey iki olur. Bu, aynı prizmaya giren beyaz ışık gibidir: derhal yedi renge ayrılır ve gökkuşağını oluşturur. Prizmaya girmeden önce birdi; prizmanın içinden geçerek ayrılır ve beyaz renk gökkuşağının yedi renginin içinde kaybolur.

Dünya bir gökkuşağıdır, zihin bir prizmadır ve varlık beyaz ışıktır. Modern araştırma çok önemli bir gerçeği, bu yüzyılda ulaşılan en önemli gerçeklerden birine ulaştı o da iki zihne sahip olduğumuz. Beyin iki yarımküreye ayrılıyor. Sağ yarımküre ve sol yarımküre.

Sağ yarımküre sol elle bağlantılıdır ve sezgisel, mantığa aykırı, akıldışı, şiirsel, platonik, hayalci, romantik, efsanevi ve dinsel olguları içinde barındırır. Kısacası şiir ve sevginin yarımküresidir. Sol yarımküre ise sağ elle bağlantılıdır ve akılcı, matematiksel, bilimsel, hesabidir. Kısacası mantık ağır basar. Bu iki yarımküre sürekli çatışma halindedir.

Sol el yani sezgi, hayal gücü, efsane, şiir, din demek olan sağ yarımküre toplumda çok fazla kınanır. Toplum, sağ elini kullananlarındır; sağ eli kullanmak sol yarımküre demektir. Doğan çocukların yüzde onu solak doğar ama onlar da sağ elini kullanmaya zorlanırlar. Solak doğan çocuklar temelde mantıkdışıdır, sezgiseldir, matematiksel değildir. Onlar toplum için tehlikelidir, toplum onları her yoldan sağlak olmaya zorlar. Bu, ellerle ilgili bir mesele değildir. Solak çocuk sağ yarımküreye dayanarak faaliyet gösterir. Toplum buna izin veremez, tehlikelidir; olaylar çok ileri gitmeden durdurulması gerekir.

Başlangıçta oranının elli-elli olması gerektiği sanılıyor: solak çocuklar yüzde elli ve sağlak çocuklar yüzde elli. Ancak sağlak taraf o kadar uzun zamandır yönetimdedir ki, oran yavaş yavaş yüzde on yüzde doksan oldu. Aslında pek çok kişi solaktır, sağ elle yazıyor sağ elle yapıyor olabilirler ama çocukluğunda sağlak olmaya zorlanmış olabilirler. Bu bir hiledir, çünkü bir kez sağlak olduğunda, sol yarımküren çalışmaya başlar. Sol yarımküre mantıktır, sağ yarımküre mantı ötesidir. Onun işleyişi matematiksel değildir-ışıltılar halinde çalışır, sezgiseldir, çok incedir ama akıldışıdır.

Solak azınlıktır, dünyada en ezilen azınlıktır, zencilerden ve yoksullardan daha bile fazla. Şimdi bu ayrımı anladığında, birçok şeyi anlayabilirsin. Burjuvazi ve proletarya: proletarya daima beynin sağ yarımküresiyle iş görür; yoksul insanlar daha sezgiseldir. İlkel insanlara bak- daha sezgiseldirler. Kişi ne kadar yoksulsa, zihin becerileri o kadar azdır. Yoksulluğun nedeni bu olabilir. Zihinsel becerileri az olduğu için mantık dünyasında rekabet edemez. Dil, mantık ve hesap söz konusunda olduğunda ifade gücü zayıftır; adeta aptaldır. Yoksulluğun nedeni bu olabilir.

Zengin beyninin sol yarımküresiyle iş görüyor: her konuda daha hesabi, aritmetikseldir; kurnaz, hilekâr, akıllı, planlıdır. Zenginliğin nedeni bu olabilir.

Aynısı kadınlar erkekler içinde geçerlidir. Kadınlar sağ yarımküre insanlarıdır; erkekler sol yarımküre insanıdır. Erkekler yıllardır kadınları idare etti. Şimdi birkaç kadın başkaldırıyor, ama şaşırtıcı olan bunların da aynı tip kadınlar olmaları. Aslında erkeklerin kullandığı sol yarımküreyi kullanıyorlar; mantıklı tartışmayı seven.

Sosyalist devrimin Rusya ve Çin’de başarıya ulaşması gibi, birgün bir yerde- belki Amerika’da- kadınların başarıya ulaşması ve erkek egemenliğini devirmesi mümkün. Ancak kadınlar başarıya ulaştığında, kadın artık kadın olmayacaktır; bu gerçekleştiğinde kadınlar sol yarımküreli olacaklar – çünkü savaşmak için kişinin hesabi olması gerekir ve erkeklerle savaşmak için erkekler gibi kavgacı olmak gerek.

Bu saldırganlık dünyanın her yerinde kadınların özgürleşmesinde kendini gösterir. Bu özgürleşme hareketine dâhil olan kadınlar çok kavgacı; bütün zarafetini, sezgiden gelen her şeyi kaybediyorlar- çünkü erkeklerle savaşman gerekiyorsa, aynı teknikle savaşmak zorundasın. Birisiyle savaşmak çok tehlikelidir, çünkü düşmanın gibi olursun.

İnsanlık tarihinin en büyük problemlerinden biri budur. Bir kez birisiyle savaştığında, yavaş yavaş aynı teknikleri, aynı şekilde kullanmak zorundasın. Düşman yenilgiye uğrayabilir, ama o yenildiğinde sen kendine düşman olursun. Stalin bütün çarlardan daha çardı, bütün çarlardan daha sertti. Elbette öyle olmak zorunda: Çarları devirmek için daha çok şiddet kullanan insanlara ihtiyaç var. Oraya ulaştıklarında, kendileri de çar olmuşlardır ve toplum aynı şekilde devam eder. Yalnızca yüzeysel şeyler değişir; özde değişen bir şey olmaz.

Çatışma insanın içindedir. Orada çözüme kavuşmadıkça, başka hiçbir yerde çözülemez. Politika insanın içindedir. Zihnimizin iki tarafının arasında, çok küçük bir köprü var. Bir kaza sonucu, psikolojik bir bozukluk ya da başka bir şey nedeniyle o köprü yıkılırsa, insan iki kişilik haline gelir ve şizofreni veya bölünmüş kişilik hadisesi gerçekleşir. Köprü yıkılırsa- ve o köprü çok kırılgandır- o zaman iki kişi olur, iki kişiymiş gibi davranır. Sabah çok sevgi dolu, çok güzeldir; akşam çok öfkeli, tamamen farklıdır. Ve sabahı hatırlamaz – nasıl hatırlayacak- başka bir zihin faaliyettedir. Eğer
Bu köprü, iki zihin iki olarak ortadan kalkıncaya ve bir oluncaya kadar güçlendirilirse; bütünleşme, kristalleşme meydana gelir.

George Gurdjieff varlığın kristalleşmesinin iki zihnin bir olmasından, içteki erkek ve dişinin buluşmasından, yin ve yang’ın buluşmasından, sol ve sağın buluşmasından, mantık ve mantıkdışının buluşmasından, başka bir şey olmadığını söyler.

Yaşam ağacında bu ana çatallanma anlaşıldığında, etrafında ve içinde sürüp giden çatışmanın tamamını da anlamak mümkün.

Bu yüzden erkek ve kadın arasında sürekli bir çatışma var. Ayrı kalamazlar; tekrar tekrar ilişkiye girmek zorundalar. Ancak birlikte de kalamazlar. Kavga dışarıda değil, kavga insanın içindedir. Sol ve sağ yarımküreler arasındaki iç kavgayı çözüme kavuşturmadıkça, asla huzur içinde âşık olunmaz, asla-çünkü içteki kavga dışarıda yansıyacak. İçeride kavga ediliyorsa ve kişi kendini sol yarımküreyle, mantığın yarımküresiyle tanımlıyorsa ve sürekli sağ yarımküreye boyun eğdirmeye çalışıyorsa. Aynı şeyi âşık olduğun kadına da yapmaya çalışacaksın. Eğer kadın içte sürekli kendi mantığıyla kavga halindeyse, sevdiği adamla da sürekli kavga edecektir.

Bütün ilişkiler-istisnalar kaideyi bozmaz- çirkinleşir. Başlangıçta güzeldir. Başlangıçta gerçeği göstermezsin, başta rol yaparsın. Bir kez ilişki oturduğunda ve sen gevşediğinde, iç çatışman fokurdar ve ilişkine yansımaya başlar – ondan sonra gelsin kavgalar, gelsin birbirine dırdır etmenin, birbirini yok etmenin bin bir yolu.

Çözüm mü?

Problem insanın içinde bir yerdedir. Sen yatışmadığın, dişi ve erkek zihnin arasında derin bir uyuma ulaşmadıkça, sevme olgunlaşamayacaktır. Şimdi insanların ilişkilerini nasıl derinleştireceği konusuna açıklık getirelim. Önce meditasyon ile içinin derine in, kendi içinde çözüme kavuşmadıkça, halihazırda sahip olduğundan daha fazla problem yaratacaksın. İlişkide ilerlediğinde, sorunların katlanarak çoğalacak. Sadece izle ve biraz daha derine bak, mantığın hemen altında sezginin ve güvenin tatlı sularının aktığını göreceksin. Dünya üzerinde en muhteşem ve en güzel şey sevgidir. Sadece ona odaklan.

_ڪے£vgil£riml£


Zeynep Inak
Dümyayı duygusal zekaları güçlü olanların idare ettiğin i düşünüyorum.Yani sanıldığı gibi SOL YARIMKÜRESİNİ KULLANABİLENLER DEĞİL, DUYGUSAL ZEKALARINI KULLANABİLENLER YÖNETİYOR..YANİ SOLAK OLANLAR.KÜÇÜK BİR YÜZDE,AMA ÇOK GİZLİ BİR POTANSİYE...LLERİ VAR.Duygusal zekaları ile insanları cemaat, ordu,sosyal medya ortamında örgütleyebiliyorlar...Bence bu nedenle kendilerini mantıklı sanan insanlar SÜRÜ MANTIĞINA daha çok ihtiyaç duyuyor...Paylaşım çok nitelikliydi.Teşekkürler,sevgiler...
.................
Hanifi Özdemir
‎...
Sevgili Zeynep 1990 yıllarından sonra Duygusal Zeka (EQ) Salovey ve Mayer tarafından ortaya atılıp dünya gündeminde benimsensede, akılcı zeka dediğimiz IQ etkisini halen sürdürmektedir. Çünkü dünya kapitalis sistem ekonomik çıkarların ...ön planda olduğu üretmeden ranta dayalı bir yapı sergilendiği bu rantçı sistem halen etkisini koşulsuz olarak sürdürmektedir. Akılcı Zeka (IQ) üretmeden tüketime dönük bir zekayı temsil ederken EQ üretken ve paylaşımcı bir zekayı temsil etmektedir. Bu rantçı sitem devam ettiği sürece de akılcı zeka (IQ) yerine Duygusal Zekaya (EQ) bırakmaya hiç niyeti yok.

.....................

Zeynep Inak http://eiconsortium.org/ adlı konsorsiyumun içinde yer alan Salovey ve Mayer kapitalist sistemin empati yöntemi ile kabulü için uğraş vermişler.Duygusal zekanın kuramcıları halen kapitalist sisteme kuramsal desteğe devam etmekteler..Özellikle medya alanında...Dünyanın payşaım konusunda henüz Mark ve materyalist felsefeyi aştığını düşünmüyorum..Sevgi ve selamlarımla...
www.eiconsortium.org
Emotional Intelligence Consortium - Dedicated to research on emotions and emotio...nal intelligence in the workplace, this site provides free information and cutting edge research on emotions and emotional intelligence in organizations. Visitors can download the latest research findings, learn of train...Devamını Gör

27 Temmuz 2012 Cuma

Kendini seven adam budur.



Sokrates kendi toplumu tarafından cezalandırılmıştı. Sokrates gibi insanların cezalandırılması kaçınılmazdır çünkü onlar bireydirler ve hiç kimsenin onlara hükmetmesine izin vermezler.
Ona zehir verilmişti. O yatakta yatıyordu ve ona zehir verecek adam zehri hazırlıyordu. Güneş doğuyordu: Zaman gelmişti. Mahkeme tam olarak zamanı belirtmişti ama adam zehri hazırlarken vakti erteliyordu: Sokrates adama sordu, “Zaman geçiyor, güneş doğuyor bu gecikme neden?”

Adam, ölecek olan birisinin kendi ölüm zamanı hakkında bu kadar titiz olabilmesine inanamadı. Aslında onun bu gecikme için müteşekkir olması gerekirdi. Adam Sokrates’i seviyordu. Onu mahkemede duymuştu ve bu kimsenin güzelliğini görmüştü. Tek başına o tüm Atina’dan daha zekiydi. Birazcık daha geciktirmek istedi. Böylelikle Sokrates biraz daha fazla yaşayabilecekti. Fakat Sokrates ona izin vermezdi. “Tembellik yapma, hadi, zehri getir,” dedi.

Sokrates’e zehri veren adam, “Niçin bu kadar heyecanlısın? Yüzünde öyle bir ışıltı görüyorum ki gözlerinde öyle bir merak görüyorum ki.. Anlamıyor musun? Öleceksin!”

Sokrates “Bu bilmek istediğim bir şey. Hayatı tanıdım, o güzeldi; tüm kaygılarıyla, kederleriyle o hâlâ bir keyiftir. Yalnızca nefes almak yeterli mutluluktur. Yaşadım, sevdim; canım ne isterse yaptım, içimden ne geldiyse söyledim. Artık ölümü tatmak istiyorum. Ve ne kadar çabuk olursa o kadar iyi."

Kendini seven adam budur. Ölüm sorumluluğunu dahi almıştır çünkü mahkemenin ona karşı herhangi bir şeyi yoktu; bu sadece toplumsal bir önyargıydı, Sokrates’in zekâsının muazzam uçuşlarını anlayamayan sıradan insanların önyargısıydı. Fakat onlar çoğunluktaydı ve hepsi Sokrates’in ölümüne karar vermişti.

Onun tarafından öne sürülen tek bir iddiayı dahi yanıtlayamadılar. Zannediyorum onlar, onun ne dediğini bile anlamamışlardı. Yanıtlamak mevzu bahis değildi. Ve o, onların tüm iddialarını çürüttü; yine de o bir şehir devleti demokrasisiydi: İnsanlar bu adamın tehlikeli olduğuna, ona zehir verilmesi gerektiğine karar verdiler.

Onun yanlışı neydi? Onun yanlışı şuydu; “O, gençlerimizi asi yapıyor, o gençlerimizi şüpheci yapıyor, o gençlerimizi yabancılaştırıyor, o eski kuşakla genç kuşak arasında bir uçurum yaratıyor. Onlar artık bizi dinlemiyor, onlar her şey hakkında tartışıyor ve bunun nedeni de bu adamdır.”

Ancak hâkimler sıradan insanlardan biraz daha iyiler. Onlar Sokrates’e, “Sana birkaç alternatif sunuyoruz, eğer Atina’yı terk edersen ve asla bir daha geri gelmeyeceğine söz verirsen kendini ölümden kurtarabilirsin. Ya da şayet Atina’da kalmak istersen o zaman konuşmayı bırak, sessiz kal. O zaman biz insanları, senin yaşamana ikna edebiliriz. Aksi takdirde üçüncü alternatif şudur: Yarın güneş doğarken zehri içmek zorunda kalacaksın,” dediler.

Sokrates ne yaptı? “Zehri yarın ya da bugün almaya hazırım, zehir ne zaman hazırsa, ama hakikati söylemekten vazgeçemem. Canlıysam son nefesime kadar bunu söylemeye devam edeceğim. Ve Atina’yı sadece hayatımı kurtarmak için terk edemem çünkü o zaman kendimi ölümden korkmuş, ölümden kaçmış, ölümün sorumluluğunu alamamış güçsüz birisi olarak hissedeceğim. Ben kendi düşünceme, hislerime, varlığıma göre yaşadım; bu şekilde de ölmek isterim. "

“Ve suçlu hissetmeyin. Kimse benim ölümümden sorumlu değildir, sorumlu benim. Bunun olacağını biliyordum çünkü yalanlara, dolanlara, yanılsamalara dayanarak yaşayan bir toplumda hakikatten bahsetmek ölmeyi istemektir. Ölmem için karar alan şu zavallı insanları suçlamayın. Eğer bundan sorumlu olan birisi varsa benim. Ve hepinizin bilmesini istiyorum ki kendi sorumluluğumu alarak yaşadım ve kendi sorumluluğumu alarak ölüyorum. Yaşarken bir bireydim. Ölürken bir bireyim. Benim için kimse karar veremez; kendimle ilgili ben karar veririm.”

Haysiyet budur. Bütünlük budur. Bir insanoğlu böyle olmalıdır. Ve şayet tüm dünya bu adam gibi insanlarla dolu olsaydı bu dünyayı öylesine güzelleştirebilirdik, öylesine mutlu kılabilirdik, öylesine her şeyle zenginleştirebilirdik ki…

Ancak birey kayıptır, o nedenle sen kendi sorumluluğunu almak zorundasın. Ancak bunu sadece her ne isen kendini sevmeye başlarsan alabileceksin: Varoluş senin bu şekilde olmanı istedi. Şayet varoluş başka bir İsa Mesih isteseydi onu yaratmış olurdu. Hıristiyan olmak çirkindir, Müslüman olmak çirkindir, Hindu olmak çirkindir.

Kendin ol, sadece kendin, basitçe kendin. Ve hatırla, basitçe kendin olduğunu ilan ederken çok büyük bir risk alıyorsun. Hiçbir kalabalığa, hiçbir sürüye ait değilsin. Bunların hepsi sürüdür: Hindular, Müslümanlar, Hıristiyanlar, putperestler. Bunun riskli olduğunu gayet iyi bilerek kendinin bir birey olduğunu ilan ediyorsun. Kalabalık seni hiç affedemeyebilir. Ancak risk almak, her adımın tehlikeli olduğu bıçak sırtında hareket etmek çok güzeldir. Ne kadar tehlikeli yaşarsan o kadar çok yaşarsın. Ve şayet bütünüyle, her şeyi riske etmeye hazırsan tek bir anın içinde tüm sonsuzluğu yaşamak mümkündür.
Bir dilenci haline bile gelsen, varlığın bir imparatorunkinden çok daha haysiyetli olacaktır.

Osho

Sevgilerimle....