24 Eylül 2011 Cumartesi

BEN AHMET'İ ÇOK SEVİYORUM




Bu gün beni telefonla aradı ve her zamanki gibi beni çok sevdiğini söyledi...bende onu o kadar çok seviyorum ki kelimelerim belki anlatmaya yetmiyecek.

Onu on yıl önce tanıdım çok yakışıklı boylu poslu hani derler ya aslan gibi delikanlı işte öyleydi.
.
Okuma yazma proğramı yaptığım okula getirmişti ablası Ahmedi 22 yaşlarındaydı gözlerinden sevgi akıyordu.Ablasının ricası ona özel ders vermemdi ama buna zamanım yoktu..

İnsanda iki çeşit zeka vardır bir duygusal zeka birde matematiksel zeka Ahmet'in metematiksel zekası onun derslerde geri kalmasına neden oluyordu.....Ama duygusal zekası hiç kimsede olmayacak kadar gelişmiş üstünlükteydi..Sınıfa çok çabuk alıştı sınıfımızda 15-60 yaş arasında yaş gurubunda insanlar vardı . Ahmet hepsi ile öyle güzel bir sevgi zinciri kurdu elindeki bir lokmayı bile paylaşıyor sınıfta çok seviliyordu. Ancak derslerde öğrenme güçlüğü çekiyor gözleri doluyordu başaramadığı için..Onun bu hali beni çok etkiledi kendime ayırdığım pazar gününü Ahmet'e ayırdım ve evde ona özel ders vermeye başladım..

Kolay olmuyordu öğrendiklerini çok çabuk unutuyordu. O kadar zarif ve kibardı ki her gelişinde bana çiçek gofret sakız gibi hediyeler getiriyordu..

Birgün ders esnasında, -Öğretmenim babam beni neden sevmiyor acaba dedi ve gözlerinden yaşlar akmaya başladı göz göze geldik bana öyle bir baktı ki yardım istiyordu benden...


Ablasını çagırdım ..Ahmetin doğumu sırasında anne ölmüş Ahmet oksijensiz kalmiş ..ve baba Ahmedin bu durumunu hazmedemiyor çocukluğundan bu yana eziyet edip hakaret ediyormuş başaramadığı her olaydan sonra dövüyormuş....baba başka bir kadınla evlenmiş Ahmet'i teyzelerinin yanına göndermiş..sevgisiz ilgisiz büyümüş

Ablası beni yemege davet ettı gelip beni aldılar büyük bir çek-yat fabrikasının önünde indik ve fabrikaya girdik işçiler öğle yemegindeydi ve Ahmet beni kapıda karşıladı fabrikayı gezdirdi ve çalıştığı bölüme götürdü burada çekyatların yaylarını yapıyor ve sadece bu bölüme o bakıyordu gözleri ışıl ışıldı..

yemekte babası ile tanıştık ve uygun bir ortam bulduktan sonra Ahmet hakkında konuşmaya başladık.--.Diyorduki hocanım bu koca fabrikayı Ahmet yönetemiyecek şu gördüğün arabaları kullanamıyacak ben ne yapayım böyle erkek evladını..Tek suçlu Ahmet baba kararını vermiş...ne söylesen ne anlatsan kabul etmiyor..Koskoca fabrikayı kuran işleten adam Ahmetin zenginliğinin farkında degil o fabrikasının işletilmesinde kullanacagı övünecegi oğlu arıyor..!!

Peki dedim o çok zeki olup fabrikanın başına geçse fabrikayı batırsa içki kumar kadın kız uyuşturucu kullanan bir evlat olsaydı dahamı mutlu olacaktınız..Bakın fabrikanın bir bölümünden o sorumlu ve tek başına orayı yıllarca çekip çevirmiş..siz ondan yapamayacagı şeyler istiyorsunuz ve onu suçluyorsunuz Yüce rabbin işine karışıyorsunuz Ondaki duygusal zekayı insan sevgisini hiç mi görmediniz altın gibi bir kalbi olduğunu..veya kötürümde olabilirdi Sakıp Sabancının oğlu gibi hiç konuşamaz hareket de edemezdi siz rabbinize şükredin böyle bir evladınız olduğu için..Sizinde başaramayacagınız çok şey var bunlar için sizi suçlayan var mı dedim..

Ahmet okuma yazmayı öğrendi kendini idarece edecek kadarda para hesabını..fabrikada aşık olduğu kendine yakın bir kızla evlendi bende şahitleri oldum..ve Ahmet baba oldu..

Artık o bir aile reisi ve çok mutlu kendi dünyasında.. onun fabrikayla arabayla işi yok o yayları büküyor işini yapıyor ve yuvasına karısının çocuğunun yanına mutlu olduğu yere gidiyor.. babası mı bilmem belki o hala fabrikayı yönetecek oğul peşindedir...


BEN AHMETİ ÇOK SEVİYORUM VE HALA BİRBİRİMİZİ AYNI SEVGİYLE KUCAKLIYORUZ .YÜREGİNİZDEKİ İNSAN SEVGİSİ HİÇ BİTMESİN DOSTLARIM..DUYGUSAL ZEKANIZI SAKİN HAFİFE ALMAYIN O İNSAN OLMANIN GÖSTERGESİDİR..

Nevval Tabak 24 Eylül 2011

Sen Bilme Beni ...


Sen bilme beni ... Her sabah günümü aydınlatan güneş bilsin.
Saçlarımı havalandıran rüzgar, kirpiklerimi ıslatan yağmur
 damlaları, yıldızlı geceler bilsin ... Sen bilme beni...
Her bahar tomurcuklanan çiçekler bilsin.
Yedi renkte gökkuşağı, denizin mavisi, tuzu bilsin.

Ayışiğinda yakamoz, bardakta su, soframda şükrettiğim ekmeğim bilsin...
Sen bilme beni ... Gözyaşını sildiğim sokak çocuğu,
elinden tuttuğum dost, neşeli şarkısına gönülden sevindiğim sevdalı genç bilsin ...
Sen bilme beni ...
Soluduğum bahar kokulu hava, cıvıldaşan kuşlar,
kapının önündeki kedi yavruları bilsin ...
Sen bilme beni ...
Suyum, toprağım, ateşim, havam kadar vazgeçilmezlerim
 dostlarım bilsin ...
 Kiraz dalında çiçek , pencere pervazımda bir dal
 sarmaşan yeşil , dişimi kamaştıran can erik, yuvasına
 çöp çatan kırlangıç bilsin ...
Sen bilme beni ... Suda balık , kapımı çalan gözü yaşlı
 genci yaşlısı, şakalarımla bir an olsun derdini unutanlar bilsin ...
Sen bilme beni ... Her bir hayat unsuru kadar değerlisin gönlümde ...
Bilmemelisin ...
Nur Hilal Sarıkartal..

BU ÇEŞMEDEN MÜSLÜMANA SU İÇMEK HARAM..!!!



Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı”, bugünkü adı Arap …Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş:

“Her kula helâl, Müslüman’a haram!..”

Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye…

Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzûra getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dîni İslâm, ahâlisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla!.. Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?..” diye çıkışmışlar adama. Adam:

- “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin ispat ister, delil şarttır…”dedikçe kadı kızmış:

- “Ne delili, ne ispatı?.. Sen fitne çıkardın, Müslüman ahâlinin huzurunu kaçırdın, katlin vâciptir!” demiş. Demiş ama, bir yandan da merak edermiş:

- “Nedir gerekçen?..” diye sormuş. Adam:

- “Bir tek Sultan’a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş… Padişah da sinirlenmiş ama, diğer yandan o da meraklanırmış:

- “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın,hem de her kula helâl,Müslüman’a haram yazarsın?..” Adam, başı önünde konuşur:

- “Delilim vardır, lâkin ispat ister.”

- “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?..”

- “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultânım…”

- “Eeee?!..”-

“Sultânım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…” Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Mûsevîler, “ne oluyor, bu ne zulüm?.. Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş… Bir hafta dolunca, adam:

- “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler

- “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine… Sultan:

- “Bitti mi?..” demiş adama.

- “Sultânım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.

- “Şimdi nedir isteğin?..”

- “Efendim, pâyitahtımız Bursa’nın en sevilen, âlimini alınız minberinden…” Adamın dediğini yapmışlar, Ulucâmi imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler…Ve . Bir ALLAH’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz?.. Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış… Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok!.Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta tutuklanan koca âlim için:

- “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…”

- “Kim bilir ne suç etti de tevkif edildi!..”

- “Vah vaah!.. Acırım arkasında kıldığım namazlara…”

- “Sorma, sorma…”

Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş:

- “Eee, ne olacak şimdi?.. Adam:

- “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş:

- “Ey büyük Sultânım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?..”

Sultan acı acı tebessüm etmiş:

 “Hava bile haram, hava bile!..” demiş…

Nevval Tabak

23 Eylül 2011 Cuma

Kıskançlık


Sokolof 'a göre "Kıskançlık, insanın en az bilinen duygusu ve üzerinde en az konuşulan

 davranışıdır. Bir muammadır." Decrates ise, "Kıskançlık, sahip olduklarını koruma isteğinden kaynaklanan bir tür korkudur." diyor.

Her insanda az veya çok kıskançlık duygusu vardır. Karşısındakini ya sevgiden dolayı, ya da "sende var bende niçin yok" diye kıskanır.

Aslında dozunda olan kıskançlık normaldir ve sevginin, bağlılığın bir göstergesi olarak kabul edilir. Yazar ve evlilik danışmanı David R. Mace "Normal kıskançlık, pek çok evliliği kurtarmış bir evlilik sübabıdır. Anormal kıskançlık ise yıkıcı bir saplantıdır ve tedavi edilmesi gerekir." demektedir.
Kıskançlık çok aşırıya varmışsa bir paranoya vakası ile karşı karşıyayız demektir. Bu tipler aşırı gururlu, geçimsizdir, kendini üstün görür, şüpheci ve evhamlıdır. Her şeyden olmadık anlamlar çıkarırlar. Yolda yürürken bile eşlerini göz altında tutarlar. Çevredeki erkeklere veya kadınlara bakıp bakmadıklarını kontrol ederler. Eve gelince perde ile oynanıp oynanmadığını araştırır, pencereden hangi erkeği gözetlediği konusunda hesap sorarlar. Kocası biraz geç gelse, hangi kadınla birlikte olduğu konusunda onu bunaltırlar.

Yaşlılıkta değişik sebeplerle ortaya çıkabilen demans (bunama) hallerinde de hastalık derecesinde kıskançlık görülebilmektedir.

Alkol ve bağımlılık yapan maddeleri uzun sure kullanan kişilerde de eşini aşırı ve patolojik derecede kıskanma görülebilir. Üstelik bu kişiler, eşlerini hiç olmadık kişilerden kıskanırlar.

Ne yapmalı ?

Kıskançlık konusuna ılımlı yaklaşmak gerekir. Her şeyi karşılıklı konuşarak mantıklı bir yola oturtmak en uygunudur. Kıskançlık`ı hezeyana çevirmeden, bunu tek başına çözemeyeceğini bilmelidir. Eşi ile diyalogla orta yolu bulmaya çalışmalıdır. Eşler, çekinmeden birbirlerine duygu ve düşüncelerini açmalı, doğruyu yanlışı beraberce ayıklamalıdırlar.

Aşırı kıskanmayı sevginin bir yolu olarak görmemeli aksine sevgiyi gideren bir unsur gibi değerlendirmelidir. Çiftlerden birinin devamlı olarak diğerinden şüphe etmesi, onu izlemesi, her hareketinin ve sözünün altında başka bir anlam araması her iki taraf için de gerçekten zordur. İnsanların birbirlerinin günlük hayatları ile ilgilenmeleri duydukları yakınlığın bir sembolüdür. Çiftler elbette birbirlerine soru sorabilirler. Ama soruların asla sorgulama halini almaması, insanları bunaltmaması gerekir.

Çevrelerinde aşırı kıskanç olarak görülen kişinin neler hissettiğini, niçin böyle yaptığını yakın dostları ile paylaşmasında, fikirlerini almasında fayda vardır.

"İllâ gerçeği bulacağım" diye hayatı kendimize ve eşimize zehir etmemiz doğru değildir. Bir dedektif gibi düşünmek ve davranmak zorunda olmadığımızı bilmeliyiz.


Kıskançlık duygularının kaynağını araştırmalıdır. Sebeplerini kendi kendimize sıralamalıyız. Haklı mı haksız mı olunduğuna karar verilmelidir ve kıskanç insanın çevresine rahatsızlık saçtığı akıldan çıkarılmamalıdır.

Son olarak, bu tedbirlerle halledilemeyen ve anormal, garip yönleri fazla olan kıskançlık`larda muhakkak beraberce bir psikiyatriste gidilerek tedavi yolu seçilmelidir.


Kıskançlık`ın olmadığı evliliklerde, aile bağları zayıftır. Kadın ve erkek, "kıskanılarak" bir sahiplerinin bulunduğunu hisseder ve hatırlarlar. 3 yıllık evli bir hanım, kocam ara sıra beni kıskanmasaydı, çok üzülürdüm." demişti. "Halbuki kıskanması, onun beni hala çekici bulduğunu ve sevdiğini kabul etmesi anlamına gelir. Laf olsun diye onunla evli olmadığımızı gösterir. Bundan iyi iltifat olur mu?" diye de eklemişti.

Kıskançlık`ın olmaması tabii ki problemdir, ama yanlış kullanıldığında çok yıkıcıdır. Abartıldığında, sevgi gibi yapıcı bir duygunun zıddı haline gelebilir. Sadece kıskananı değil, kıskanılanı da yıpratır. Devamlı aldatılmak düşüncesiyle yaşamak kesinlikle dayanılmazdır. Bu durumlarda kıskançlık çiftleri birbirine bağlayan değil, ayrılığı hızlandıran ciddi bir hastalık haline gelmiş demektir.

Neden kıskançlık ?

İdeal evliliklerin temelinde, dozunda kıskançlık ve eşin sadakatine güven duygusu bulunur. Bu ikisi bir arada yer almalıdır. Evlilikte güvensizliğe yer yoktur. Kıskançlık ve güvensizlik aşırıya vardımı çekilmez olur. İnsanlar birkaç sebeple kıskançlık`larını aşırıya vardırırlar.

Bazı aşırı kıskanan tipler aslında kendileri eşlerini aldatmaktadır.bunu bastırma amacıyla eşine yansıtmaktadır. Kendisi yaptığı için herkesin ihanet edebileceği kanısındadır. Her şeyden anlam çıkarır, tartışır, kavga eder. Eşi hak ettiği cevabı ona verir, ama yine aldırış etmez. Bazen kaba kuvvete, dayağa başvurur.
Tülay Mutlu

Politikayı Sevmiyorum Diyenlere




Karşılaştığım bazı insanlardan duyduğum “politikayı sevmiyorum” ya da “politika ile ilgilenmiyorum” cümlesi, bunu söyleyenin bilgisi ve yaşama bakış açısı hakkındaki düşüncelerinin nasıl olduğu konusunda bazı ipuçları veriyor.

Bu cümleyi söyleyenlerin içine düştükleri hatayı açıklamamıza yardımcı olması amacıyla önce politikanın ne olduğuna özetle bakalım:

Politika; yani diğer adı ile “siyaset” sözcüğünün anlamlarını Türk Dil Kurumu’nun, Türkçe sözlüğü şu şekilde vermektedir:

1. Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı
2. Yöntem
3. (mecaz) Bir hedefe varmak için karşısındakilerin duygularını okşamak, zayıf noktalarından veya aralarındaki uyuşmazlıklardan yararlanmak gibi yollarla işini yürütme

Sözcüğün yukarıdaki anlamlarından sonuncusu ilginçtir ve halk diline daha çok bu anlamıyla yerleşmiştir. Oysa gerçek anlamı bu değildir. Halk dilinde bu anlamıyla yerleşmesi ise rastlantı değildir tabii ki ama talihsizliktir diyebiliriz.

En genel anlamıyla politik görüş sahibi olmak, sistemin içerisindeki yaşamımızın nasıl olduğu ve nasıl olması gerektiği konusunda bir düşünce sahibi olmaktır. Bu da içinde yaşadığımız sistemin genel işleyişi ile direk ilişkilidir. (Yönetme, yönetilme, kurallar, sosyal ilişkiler vb.) Dolayısı ile politika insanlarla da direk ilişkilidir çünkü insanlar sistem içerisinde vardırlar ve sistemin içerisindeki sosyal ilişkiler, devlet, sistemin (ve biraz da kendilerinin) yarattığı koşullar içinde yaşarlar. Kısacası çevremizde olup biten her şey sistemle ve koşullarla ilişkilidir ve bu açıdan olup bitenlere ilişkin bir düşüncemiz ya da yargımız varsa politikanın içindeyiz demektir.

Bu anlamda düşüncelerini şu ya da bu şekilde ifade eden herkes politika yapıyor demektir. Yani herkes bilinçli ya da bilinçsiz politika yapmaktadır.


Örneklendirelim, sözgelişi trafik polisinin yazdığı bir cezaya karşı bir düşünceniz mi var, politikayla ilgileniyorsunuz demektir. Evinizin önündeki yolun kötü olduğunu mu düşünüyorsunuz, zamlara karşı tepkiniz mi var, savaşa karşı mısınız, seçimlerde oy vermeyecek misiniz, “bu ülkede artık yaşanmaz” gibi düşünceleriniz mi var, bunlar gibi ya da bunlara benzer düşünceler (olumlu ya da olumsuz, fark etmez) politikayla ilgilendiğinizi gösterir. Yukarıda sıraladığım konularda ya da benzer konularda düşüncelerinizi ifade etmek ise politika yapmak anlamını taşır. Yani herkes politikanın şu ya da bu şeklide içindedir ve politika yapmaktadır. Kısacası politika yaşamın direk içindedir.

Peki, ama buna rağmen insanların bu “politikayı sevmiyorum” ya da “politika ile ilgilenmiyorum” düşüncesi nereden gelmektedir?

Bu sorunun yanıtını öncelikle öyle söyleyenlerin politikayı sadece mecaz anlamıyla bilmelerinde aramak gerekir. Bu açıdan sistemin sistemi savunan partileri de bu düşünceyi destekler niteliktedir. Çünkü politikayı profesyonel olarak politik partiler yapmaktadırlar. Partilerin çoğunda ise her türlü sahtekârlık, yalan, dolan, çirkinlik ve çirkeflik diz boyu. (Bazılarına “dizboyu” sözcüğü de az.) Seçim öncesi atıp tutarak kolayca yalan söyleyenler, iktidara geldiklerinde sadece kendi ceplerini düşündüklerini bilenler biliyor. Sistemin büyük partileri halkın insanca yaşayabilmesi için gerekli ekonomik koşulları yaratabilmek bir yana, onlar; hâlihazırda var olan, mücadele ile kazanılmış, ekonomik, demokratik hak ve özgürlükleri budamaya çalışıyorlar. Bunu yaparlarken de yüzlerine maske takıyorlar ama arada bir maske düşünce de pislikleri ortaya çıkıyor. (Ve ortalığı kokutuyorlar.) Ve bütün bunlar onların “politikacı” kimliği ile olduğu için de insanların çoğu politikanın böyle bir “kirli bir şey” olduğunu düşünüyorlar.

Oysa kirli olan politikanın kendisi değildir. Kirli olan politikanın içerisinde sistemi savunmak uğruna her türlü sahtekârlığa başvurarak insanları aldatan düşünce akımları ve partileridir. O düşünce akımlarının temsilcilerine de “kirli politikacı” (yani politikacının kirli olanı) denilebilir. Bunun karşıtı da “temiz politikacı” olarak adlandırılabilir.

Konuyu toparlarsak, politika ile profesyonel olarak politik partiler; genel anlamda ise herkes ilgilenmektedir. Bu yüzden “politikayı sevmiyorum” ya da “politika ile ilgilenmiyorum” diyenler olsa olsa bu alandaki bilgi eksikliklerinin yanı sıra bu cümleleri kullanarak politika içindeki pisliklere, yani pis politikacılara tepkilerini dile getirmektedirler.

Oysa unutmayalım ki var olan politika, sistem içerisinde bizim kendi yaşamımızı da etkileyen en büyük faktördür. Bu yüzden zaman zaman yaşantımıza müdahale etmekte ve bizim yaşantımızı olumlu ya da olumsuz etkilemektedir. Bu şimdi böyledir, gelecekte de devam edecektir.

Öyleyse –bilinçli- insana düşen görev; politika ile direk ilgilenmek, sevgi toplumundan yana olanlar olarak önce doğru ya da yanlış olan her şeyle ilgili diğer insanlarla düşünce alışverişinde bulunmak, gerektiğinde örgütlenmektir. (Ya da varsa, doğru bildiği örgütlenmeye katılmak tabii ki.)

Çünkü sadece kendini düşünmek adına “politikayı sevmemek ve ilgilenmemek” aslında bencilliğe, dolayısı ile politika içindeki kirliliklere izin vermek anlamını taşıyor. “Temiz olabilmek” için kirliliğe karşı çıkmak gerekir. Uzak durmak ya da “istediklerini yapsınlar” diyerek ilgilenmemek, dolaylı olarak kirliliğe, kirlenmişliğe destek olmaktan başka nedir ki?

Ya var olanı kabulleneceksiniz ya da gelecek için yaratılmasını istediğiniz temiz bir sevgi toplumu için politikayla ilgilenerek, toplum adına yararlı bir şeyler yapmaya çalışacaksınız. Çünkü bencilliğin sonu sok ve var olan sistem içinde genellikle bencilliklerin sonu “para için her şey mubah” ya da “gemisini yürüten kaptan” anlayışları içinde yukarıda bahsettiğimiz “kirlenmiş politika”ya varıyor. Bunun tersi ise temiz toplum yaratma çabası içinde, toplumsal düşünce temelinde “temiz politika yapmaktan”dan geçiyor.

Bunu yapabilmek için ise; yaşamın bir öğrenme süreci olduğunun bilincinde sürekli okumak ve öğrenmek gerekiyor. Devamında da öğrendiklerimizi paylaşmak gerekiyor. Tartışmak, düşünce alışverişinde bulunmak gerekiyor. Bunu yaparken de başkalarını hemen yargılamadan, olabildiğince her türlü önyargıdan uzak durmaya çalışarak ve her türlü düşünceye saygı duyarak yapmamız gerekiyor.

Sadece ve sadece bu yolla topluma yararlı olabilir, olumlu toplumsal gelişmenin yolunu açabilir ve buna destek olabiliriz.

Günlük yaşamdaki uğraşılarımız, kendimizin dışarıya doğru bir çeşit aynası, yani nasıl bir insan olduğumuzun göstergesidir.

“Uğraştığımız işler” noktasında aklıma sevdiğim bir insanın bana anlattığı fıkra geliyor:

Padişahın canı sıkkın bir ferman çıkartıyor. Bir yarışma düzenleyerek ülkede hüneri olan herkesi saraya davet ediyor. Kazanan kırk altın alacak.
Hüneri olanlar hünerlerini gösteriyorlar. En son birisi çıkıyor padişahın karşısına.
“Sen ne yapabiliyorsun?” diye soruyor padişah.
“Ben dört metre uzaklıktan uzun bir iplik parçasını fırlatıp iğne deliğinden geçiriyorum” demiş hünerci.
Padişah hemen göstermesini emretmiş. Adam gerçekten dört metre uzaklıktan ipliği fırlattığı gibi iğne deliğinden geçirmiş.
Herkes nerdeyse küçük dilini yutmuş. Gerçekten de hüner büyükmüş. Padişah hemen adama sormuş:
“Sen bu hüneri nasıl öğrendin?”
“Padişahım” demiş adam “ben bu işi başarabilmek için tam kırk yıl çalıştım, gecemi gündüzüme kattım ama sonunda başardım.”
Padişah sadrazama dönmüş:
“Tamam, bu adam yarışmayı kazandı, buna kırk altın verin ama kırk tane de sopa atın!”
Adam da Padişahın çevresindekiler de şaşırmışlar. Sadrazam dayanamamış sormuş:
“Padişahım, kırk altını anladık da, bu kırk sopa niye?”
Padişah yanıtlamış:
“Kırk yıl hiç kimseye yararı olmayan bir işle uğraşmış diye...”

Turgay Usanmaz

Dünya Barış Günü


İkinci Dünya Savaşı diye bilinen İkinci Büyük Emperyalist Paylaşım Savaşı, 1 Eylül 1939 günü Nazilerin Polonya'yı işgaliyle başladı. Ardında elliikimilyon ölü, milyonlarca yaralı, sakat ve moloz yığını haline gelmiş kentler ile acı ve gözyaşı bıraktı. Mayıs 1945’de son buldu. İnsanlık tarihinin bu en acımasız, en kanlı ve en kirli savaşının başladığı gün, yani 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak kabul edildi.

II. Dünya Savaşı türünden bir felaketi insanlık bir daha yaşamasın diye. Savaşların değil barışın yüceltildiği daha yaşanası bir dünya düzeni kurabilmekti amaç. Ne var ki kapitalist düzenin kutsallaştırdığı uluslararası sermaye, silah endüstrisine savaşların büyük kazançlar sağladığının ayırdındaydı. Silah üretmek, üretilen silahları satmak için yeni pazarlar açmak da yeni savaşları, yerel boyutlu çatışmaları gerektiriyordu. Emperyalist güçlerin savaş için gerekçe bulmaları ise işin en kolay yanıydı.

Nükleer teknolojinin yaygınlaştığı 21. yüzyılın daha ilk yıllarında dünya silah tekeline sahip emperyalist güçler, bir yandan nükleer silahlarda indirim görüşmeleri ile halkların gözünü boyarken öte yandan gezegenin dört bir yanını yangın yerine çevirmekte gecikmediler. Vahşi kapitalizmin kendi çocuklarını bile umursamadığı bu bölgesel savaşlar onulmaz acılara, kıyımlara yol açtı. Evlerinden yurtlarından koparılan insanların göç trajedileri insanlık ayıplarına yenilerini ekledi. Balkanlar, Ortadoğu, Afrika halkları birbiriyle çatıştırıldı. Afganistan, Irak, Filistin, Lübnan ise en çok acı çeken ülkeler oldular.

Bölgede İsrail’in günümüzde de sürdürdüğü güçlünün güçsüzü ezme politikasına ve Gazze’de uyguladığı orantısız şiddete bakıldığında, insan hakları savunuculuğuna soyunan ABD ve AB’nin geçmişteki onca büyük insanlık ayıplarından hiç de ders almadıkları ortaya çıkıyor. Birleşmiş Milletler’in de ne denli etkisiz bir kurum olduğu… Çatışma alanlarında konuşlanan BM güçleri görevlendirildiği hemen her bölgede olayları seyretmekle yetiniyor. Daha önce

Yeşil gözlü Kız.


Genç kadın başını cama dayamış yosun yeşili gözlerinden akan yaşı bir türlü dindiremiyordu. Adeta uzayda kaybolmuş, nereye gideceğini bilemeyen bir uzay mekiği gibi hissediyordu kendisini. Yuvasını yıkmayı hiç istemiyor ama sevdiği adamı da öyle çok özlüyordu ki. Bu başıma gelen nedir diye düşünüyordu. Sevda yelleri onu alevler içersinde yakıyordu durmadan.
Bir kızı anne bu senin hayatın nasıl mutlu olursan öyle yaşa, bir daha dünyaya gelmeyeceksin deyip yolunu açıyor. Diğer taraftan küçük kızı anne yuvamızı yıkma, babama kıyma ne olur diye yalvarıyordu. Şaşırmış yolun tam ortasında duruyordu karşıdan gelen tüm araçlar onu acımasızca ezip geçiyorlardı. Lakin bir türlü ölemiyordu, üzerinden geçen her araç bir uzvunu koparıyor, dayanılmaz acılar içersinde bırakıyordu. Adeta abandone olmuştu yaşadığı acıyla karışık mutluluk içersinde. Karar veremiyordu bir türlü, bir yanında delicesine sevdiği, diğer yanında ömrünce emek verdiği yuvası.
Eşiyle geçirdiği yıllara bakınca tek düze mutsuz, umarsız yaşadığını şimdi daha iyi anlıyordu. Hiçbir heyecan tatmamış, adeta ot gibi yaşamıştı bunca sene.
Ali harika bir erkekti işiyle evi arasında mekik dokur. Dar dünyasında başka bir yaşam şekli düşünemezdi. Sadece eşi ve çocukları mutlu olsun isterdi. Siyah gözlerinde daima bir hüzün görürdünüz, beklide eşini mutlu edememenin ıstırabını yansıtıyordu bakışları. Çalışmaktan beli bükülmüş dik duramaz olmuştu, geniş omuzları bile çökmüştü. Çok yalvarmıştı karısına bizi bırakma, yuvamızı yıkma diye. Seni çok iyi anlıyorum, inan bir müddet sonra bu duyguların sam yeli gibi yok olup gidecek. İşte o zaman beni burada bulamayacaksın, pişman olup yakınacaksın demişti. Acaba söylediklerinde hakikat payı var mı idi. Bu yaşadıkları aşk değil de geçici bir heves miydi?
Başını camdan çekti merdivenlere yöneldi, biraz yüzmeliyim diye geçirdi içinden Hale. Kendini sevdiğinin kollarına bırakır gibi serin sulara bırakıverdi. Bitap düşene kadar yüzdü, yüzdü tıpkı sevişir gibi. Güneş denize veda ederken hava soğumaya yüz tutmuştu güzel kadının bedenini bir ürperti kapladı birden bire. Beyni karıncalanmaya başlamıştı. Hiçbir şey sevdiği adamı unutturamıyordu. Karar verdi aramalıydı, aradı da.
Geliyorum aşkım deyip doğruca kendini sevgilisinin kapısı önünde buldu. Elini tam zile basmak üzereyken derin bir nefes aldı. Bir türlü zili çalamıyordu. Büyük bir gayretle çaldı kapıyı, genç adam hemen açtı. Kollarındaydı sevdiğinin, çılgınlar gibi ağlıyordu şimdi de. Asil; gözyaşlarını öpüyordu durmadan kollarındaki güzel kadının. Nasıl teselli edeceğini bir türlü bilemiyordu. Sadece öpüyor öpüyordu. Çekti yavaşça sedirin üzerine sevdiği kadını, sarı ibrişime benzeyen saçlarını okşayarak üzülme, bak birlikteyiz diye fısıldıyordu. Parmakları bukleler arasında kaybolurken ondan mutlu insan olamaz diye düşündü.
Hale; yaşlı gözleriyle seni öyle çok seviyorum ki, bunu asla hiçbir zaman bilemeyeceksin dedi ve uzandı sevgilisinin dudaklarına uzun bir buse kondurup ayağa kalkıp hızla uzaklaştı oradan. Kapıyı hızla çarpıp çıktı evden. Koşuyordu evine doğru hıçkırıklar içersinde. Hava iyice kararmış ortalık iyice soğumuştu. Üzerine karlar yağıyordu sanki durmadan kollarını birbirine doladı koşmaya devam etti bir müddet daha. Üşüyordu elleri buz tutmuştu adeta. Başını kaldırdı bilmediği bir yerlerdeydi. Burası neresi diye düşündü. İçini bir korku kapladı şimdide. Kaldırım taşlarına bırakıverdi kendini. Bağıra, bağıra ağlıyordu, karşıda duran köpek yavrusu kuyruğunu sallayarak yanaştı Hale’nin yanına teselli etmek istercesine. Ufak, ufak havlamaya başladı, başını genç kadının dizlerinin arasına sokmak istercesine sürtündü arsızca.
Asil olduğu yerde kalakaldı, hiçbir anlam veremedi sevdiği kadının yaptıklarına. Onun için yuvasını yıkmıştı. Hoş; aslında yuva diye bir şeyi yoktu ya. Seneler önce karısıyla ilişkisi kalmamış sadece ortak bir evi kullanır olmuşlardı. Çocukların büyümesini bekliyorlardı ayrılmak için. Ta ki Hale ile o gece karşılaşıncaya kadar.
Tango çalıyordu gittiği partide, epeyce de içmişti. Karşısındaki acaba bir melek mi idi? Gözlerini bir türlü alamıyordu yosun yeşili gözlerden. Büyük bir cesaretle yanına gidip eşinden izin isteyip dansa kaldırmıştı. Öyle güzel dans ediyorlardı ki, zamanın nasıl geçtiğini ikilide anlamamışlardı. Gözlerinin içinde, vücudu sürgün olmuş, prangalar vurulmuştu yüreğine yanıp tutuşmuştu tüm gece boyunca.
Beyninde aşk işte aşk bu diye sesler duyar olmuştu. Hale’yi bir türlü bırakamıyordu. Ömür boyu dans edebilirdi bu güzel kadınla. Yaşam zaten bir dans değil miydi, işte o da eşini bu gece bulmuştu, yanındaki adam mutlaka kocasıydı. Hale’nin elinde yüzük vardı, bir türlü sormaya cesaret edememişti. Kaderine razı olmayacak bu güzel kadının kendisinin olması için elinden geleni yapacaktı. Balkona doğru çekti, hiç itiraz gelmedi karşısındakinden. Eğildi dudaklarından ihtirasla öptü kuytu bir köşede, bir daha, bir daha. Genç kadın uzandı delikanlıyı kendine çekti, arzuyla öpmeye devam etti gecenin karanlığında. Gözlerinde yaşlar vardı güzel kadının tüm vücudu titriyordu. İşte aşkı buldum, asla kaybetmemeliyim diyordu içinden. Tek vücut oldular sanki bir anda.
Şimdi ne diye onu bırakıp kaçıyordu, içindeki fırtınalar dinmek bilmiyordu. Onsuz geçen her an asırlar gibi geliyordu. Karar vermeliydi artık gücü kalmamıştı bu gelgitlere. Beklemek Asil’i çok yormuştu. Neden; karar veremiyordu bir türlü. Seven insan bu kadar kararsız olabilir miydi hiç aklı ermiyordu. Evi istediği gibi yapmıştı, her şey içine sinsin diye özen göstermişti. Kesin çözüm bulmalıydı, nerede hata yaptığını düşünüyordu.
Hale köpeği okşamaya başladı o da kaybolmuş tıpkı benim gibi diye düşündü. Hıçkırıkları durdu, küçük köpeği kucağına aldı etrafına bakındı. Evinin tam tersi yöndeydi, yavaşça yürümeye başladı.
Kapıyı anahtarıyla açtı. Ali, meraklı bakışlarla gülümseyerek hoş geldin derken içini bir sevinç rüzgârı kapladı. Gitmemiş, hala bizimle her akşam onu kaybedecekmişim gibi ölüp, ölüp diriliyorum. Hale; ben aç değilim diyerek doğru odasına geçti kucağında ki köpekle.
Hala kararsızdı acaba çekip gitse miydi? Olduğu gibi yatağına uzandı, yüreğindeki korkularından kurtulmak ümidiyle, uykuya daldı gece karanlığında tıpkı düşleri gibi.
Meriç Yoldaş Hiçyılmaz
8 Ağustos Pazartesi 2011

Atatürk’e bir gün Mısır devlet başkanı sorar.


Türkiye Cumhuriyeti’nin güzel önderi Atatürk’e bir gün Mısır devlet başkanı sorar
-” Ekselans benim milletimin de sizin milletiniz gibi hürriyete ve istiklâle ihtiyacı var. Bunu nasıl temin edebiliriz? Tıpkı sizin Çanakkale Boğaz Savaşında Düvel-i Muazzama Ordusuna karşı kazandığınız zafer gibi bizim de böyle bir ordu ve stratejiye ihtiyacımız var. Bize bu konuda yardım edebilir misiniz?”

Mustafa Kemal:
-” Vatanı için şehit olacak bir buçuk milyon Mısırlı genciniz varsa bu işi yapabiliriz. Bunun haricinde olmaz! ”

-” Maalesef bizim öyle ölecek bir buçuk milyon Mısırlı gencimiz yok.” der Mısır Devlet Başkanı. Mustafa Kemal de şöyle tamamlar konuşmayı:

-” O zaman sizin de hürriyet ve istiklâle hakkınız olamaz.”

Durum bu kadar nettir. Ne elin İngilizi, ne Amerikalısı, ne Fransızı, ne de yerli işbirlikçiler size hürriyet hediye etmez. Bunu nereden biliyoruz? Kurtuluş Savaşı’nda işgal edilen her yerdeki katliamlardan, tecavüzlerden toplu mezarlardan aşağılamalardan ve kültür emparyalizminden.

Dünyada yaşanan olaylar da bizlere gösteriyor ki, bağımsız ve özgür olmayan ülkelerin bayramı da olamıyor. Baskı altında yaşayan, özgürlüğü kısıtlanan milletler, boynu bükük kalıyor. Bu nedenle sahip olduğumuz özgürlüğün değerini anlamalı ve olaylar karşısındaki tavrımızı buna göre belirlemeliyiz.

Bu vesileyle Türk Milleti'nin emperyalizme, işgale, zulme ve soykırıma karşı savaşan tüm milletlerin zaferini kutlar, vatanı, milleti, ülkesi ve namusu için canlarını vermekten çekinmeyen şehitlerimize, emanetlerine sahip çıkacağımıza dair söz veririz. Şehitlerimizin ruhları şad, milletimizin Zafer ve Ramazan Bayramı kutlu olsun.

Hintli Adam Şöyle Der ki..


.Bir Doru Beyaz At.


işte bir volkan misali..
benim sevdam
... sevdam ,sevdam ,
duman ,duman ..
alev almış gidiyor ,
bir doru at misali
şahlanası bir beyaz ..
doru kısrak gibi
kırlar onu beklemekte ...
yemyeşil çimenlere,
gebe..
maisinde göğün ,
yeşilinde bayırın..
o öyle bir kısrak ki..

bakmalar ziyan,
eller tutamayacak..
kayganlıgında
gözler bakamayacak...
yangınında,
dudaklarsa ..
sorma gitsin
hangi lavın,
alazında...
yok olacak
dokunmak ...
bir cesaret
ayrılmaksa ölüm..................ema.....

Keşkelemek istemesem de…



Bugün biraz huzursuzum. Havalardan mı yoksa havamdan mı kaynaklanıyor bilmiyorum
 ama bu sıralar pek sevmiyorum hayatı. Hayat da beni pek sevmiyor olacak. Küçücük bir dünyaya hapsolmuş kapana kısılmışım. Ne yaparsam yapayım havalandıramıyorum kalbimin odalarını. Nefes alamaz hale geldim bu aralar. İnsan nefessiz yaşayabilir mi acaba? Peki ya mutluluk olmadan.
Küçük bir çocuk olmak istiyorum son zamanlarda. Sokaklarda top koşturmak, bir kedi yavrusunu köşeye sıkıştırmak, komşunun çocuğuyla yumruklaşmak, kızlarla evcilik oynamak. Baba olmak istiyorum o yaşlarda. Hükmetmek istiyorum hayata içimdeki ataerkilliği yaşamak istiyorum özgürce. Ve sonra da öpmek istiyorum bir kızı yanağından, yüzüm kıpkırmızıyken. Sonra unutmak istiyorum tüm bu yaptıklarımı akşam yemeğine oturmadan.
Elimi cebime atıp şıkırdatmak istiyorum hava atmak istercesine bilyelerimin sayısıyla. Rengarenk ve çizikler içinde kalmış çocukluğumun en güzide oyuncaklarıydı onlar. Hatta ergenlik dönemine kadar sakladığımı hatırlıyorum çocukluğumun o saf mutluluğunu. Ve birden kayboldular tıpkı hayatımın geri dönülmez zamancıkları gibi.
Acıktığım zaman koşardım en mutlu halimle babaannemin yanına. Bazen de bir komşum olurdu. Hiç fark etmez mutlaka bulurduk üzerine salça sürülmüş taze ekmek uzatan gülen yüzleri. Sevgi dolu bakışlara karşılık verirdik masum teşekkürlerimizle. Yemeğimiz bitti mi dayardık ağzımızı o acayip sesler çıkaran küçücük çeşmeye. Ve kana kana içerdik o sudan akşamına hasta olacağımızı bile bile. Koşardık özgürce, bazen düşerdik parçalardık dizlerimizi. Şimdikiler gibi hastane nedir bilmezdik. Bizim “ kalk, kalk bişey olmaz, hem erkek adam ağlar mı bakayım” diyen sokaktan geçmekte olan tanımadığımız insanlarımız vardı.
Bizim eve giriş saatimiz yoktu. Çünkü herkes bilirdi eve ne zaman gireceğini. Kurallar içinde kuralsız görünen hayatlarımız vardı. Ezan okunma saatiydi annelerimizin balkona çıkarak isimlerimizi haykırmaya başladığı vakitler. Ve asla hemen gidemezdik eve. Tamam derdik sanki kandırdığımızı sanarak o eşsiz insanlara.
Ardından temizlik işkencesi başlardı eve girer girmez. Dayak mı yerdik yoksa mikroplardan mı arınırdık bilemezdik. Ama kış aylarında titreye titreye koşardık sobanın yanına. Bir sevgiliye sarılır gibi sarılırdık yeni ısınmakta olan sobanın o duygusuz ama sıcacık borularına. Ve beklemeye başlardık evimizin direğini. Kapının açıldığını duyar duymaz koşardık terlikleri almaya, heyecanla. Hele bir de kapı açılır açılmaz o kocaman insanın elinde bir poşet görmeyelim. Mutlaka çikolatamız vardır en lezzetlisinden ve de en yemekten sonra yenileninden.
Yemekten sonra bir kavga nedenidir sofranın yerini gırgırlamak. Ve sıkıcıdır haberleri izlemek akşamın derin karanlığında. Hatırlıyorum da tüm kanallardaki spor haberlerini izlerdik bir kumanda sihirbazlığı yapmışçasına. Ardından herkesin izleyebileceği dizilere bakardık, öpüşme sahneleri çıktığı zaman kanalın değişeceğini bilerek.
Gözler yavaş yavaş kapanmaya başladı. Annecim sanırım benim uykum geldi. Yine uyuyabilir miyim eskisi gibi dizlerinde. Yine kucaklayıp yatağıma götürebilir misin beni baba?
Sanırım ben büyümek istemiyorum. Çocukluğumu özletiyor bu hayat bana.
Ama sanırım ben büyüdüm, keşkelemek istemesem de…

Mehmet YILMAZ
Psikolojik Danışman

SEVGİ VE IŞIKLA KALIN DOSTLARIM
NEVVAL TABAK..

Hayat , mükemmel bir öğretmendi ...

 

 Veli toplantısı yapmadan bir kaç gün önce, sınıfındaki tüm çocuklara ayrı ayrı ve başbaşa görüşecek şekilde zaman ayırmış, onlarla aileleri , akadaşları , öğretmenleri hakkındaki düşüncelerini anlayabilmekiçin konuşmuştu... Veli toplantısı yapılacağını duyurduğu yazılı çağrı kağıdına küçük bir de not düşmüştü ; " Lütfen çocuklarınızla birlikte geliniz" diye...

O gün geldiğinde, tüm veliler çocuklarının ellerinden tutmuş ve bu alışılmadık uygulamanın sebebini merak ederek gelmişlerdi okulun toplantı salonuna... Öğretmen tam saatinde gelen velilere ve öğrencilere teşekkür ederek açtı toplantıyı. O sene yapmayı plandıdıkları sosyal etkinlikler konusunda aileleri bilgilendirdi öncelikle ve katılımın her birine sevgi, saygı, dostluk ve gerçekleri öğrenme yolunda sinerji yaratacağını anlattı. Her bir çocuğun dersleriyle ilgili çalışmalarından duyduğu memnuniyetten söz etti sonra, sınıf içerisinde yaşanmış küçük örnekler vererek. Sadece bazılarının, bazı derslere daha fazla zaman ayırmasının yerinde olacağını, bunu da çocukların bildiğini ve anne babalara kendilerinin söyleyebileceğini belirtti.

Sonra, beklenmedik bir şey yaptı ve küçük Ece'yi çağırdı yanına. Şaşıran küçük kız, annesine ve babasına baktı bir an. Gözleriyle verdikleri onayı görünce çıktı Hayat Öğretmeninin yanına...

O gülümseyerek, " hatırlıyor musun Ece dedi ? Sana anne ve babanın mükemmel olup olmadıklarını ve ardından değişmeye ihtiyaçları olup olmadığını sormuştum özel sohbetimiz sırasında..." Evet dedi Ece kekeleyerek. Utanmış, verdiği cevabın herkes ve özellikle anne babası tarafından işitilecek olmasından korkmuştu... Devam etti öğretmen ondaki bu kaygıyı anlamamış gibi. " Ve sen bana, onların mükemmel olmadıklarını söylemiştin, değil mi ?" İyice sıkılmıştı Ece... Bu hayat Öğretmen ne yapıyordu böyle ? Kendisiyle özel olarak paylaştığı düşüncelerinin böylesine ulu orta üstelik hakkında konuştuğu insanların huzurunda dile getirilmesi de neyin nesiydi?... Utançtan kıpkırmızı olmuş şekilde fısıldadı " Evet..." Sürdürdü öğretmen, ama ardından sorduğum soruya yanıt vermiş ve " mükemmel değiller ama değişmeye ihtiyaçları yok " demiştin değil mi Ece ?... Ece son kez ve güçlükle ayakta durarak Evet diyebildi...

Hayat Öğretmen, sevgiyle elini onun başına koydu ve dedi ki ;
" Bu çok iyi bir şey sevgili Ece. Çünkü insanları oldukları gibi kabul edebilmektir adı... Bizler, ailemizi, sevdiklerimizi oldukları gibi kabul edebildiğimizde, hem sevgimizin hem de birbirimizin gelişimine bir yol açmış oluruz... İşte bu yüzden bu güzel konuşmamızı ve sonuçlarını paylaşmak istedim tüm sevgili çocuklarımız ve aileleri ile. Anlıyorsun değil mi ?..."

O ana dek utanıp sıkılan Ece, artık onurlandırıldığının farkında, yüreğindeki sevgi ve sevincin ışık olup taştığı gözleriyle baktı öğretmenine... Teşekkür ederim dedi... Yerine oturmaya giderken, başı dik, gönlü sevgi doluydu ...

O gün bu gündür, her bir yaşam dersi öğreticisine minnet ve sevgiyle baktı Ece'nin derin gözleri. Ve acı tatlı öğrendiği tüm dersler için her seferinde şöyle seslendi içinden ;

"Teşekkür ederim... Mükemmel bir öğretmensin ... Adın HAYAT olmalı senin"...

NUR HİLAL SARIKARTAL

İnsan İsterse..

 

 İnsan ister evrime ,ister yaradılışa inansın,ortak olan kavram dürtü ve duyguların kötü olduğudur.Darwin'den bu yana geliştirilmiş olan etoloji bilimi ,homo sapiens'inbütün türler içinde akıl dışı ,içgüdüsel davranışa en az bağımlı ,tür olduğunu ileri sürmekle,bir anlamda . her iki görüşüde savunmaktadır Her iki düşünce sisteminin ışığında içgüdüsel davranışın daha aşağı , daha ilkel bir davranış düzeni olduğunu ileri sürerek, uygarlığın ancak insanoğlu aklıyla ilerlene bilineceği söyleniyorTüm canlılar içinde akıl yürütme (muhakeme) yetisine sahip tek canlı insan.Akıl herşeye galebe çalacaktırİnsan oğlu aklın yolundan gitmelidir...ancak akıl yolunda ilerleyebiliriz.Uygarlık insan aklının uygulama ya geçirilmesinden doğar. aklın duygulara egemen olması,savaşları.cinayetleri ihmalleri önler akıl sorumludur .Duygular ilkeldir akılla duygu(apollo ile Dionysos)arasındaki ayırım en azından yirmi iki yüzyıldır sürüp gitmektedir...zihin ve dimağ bedene,akılda duyguya galebe çalmalıdır.yirminci yüzyılın kahramanı Freud'un geliştirdiği bilimsel insan psıkolojisi aynı görüşü savunur.Türümüzün , akla dayanmayan makul olmayan davranışlarının,hayvansal beynimizden kaynaklandığı söyleniyor.İnsan aklı ile her şeyi total ve toptan olarak yönlendiriyor
Aklı ve muhakemeyi duygunun karşısında göklere çıkartırken,bir tür olarak biz tek bir istisna tanıyoruz Oda aşk ve sevgi...Bir insan bir insana aşkını itiraf ederken''SENİ AKILLICA MAKUL BİR ŞEKİLDE SEVİYORUM,'' demez ve işitilmemiştir.Akla başvurmak ,ancak sevginin aşkın olmadığında akla gelir...Akıl ve duygu ayrılmaz bir bütünün parçaları olduğu halde ,ikisini birbirinden ayırmak süreti ile birinin ötekine hükmetmesini sağlamış olduk.böylece bölüp yönetmemizi sağlayan ,totaliter ikilikler yarattık .İnsan çılgınca aşık olur(''senin için deli oluyorum) akılıca değil .Bu şimdiye kadar edebiyatta. şarkılarda,tiyatro.opera ve mitolojide olmuştur.Ama şimdi,bilgisayarlı çöpçatanlıkla .bilgisayarın ayarladığı flört ve evliliklerle,aşktada aklın duyguya zaferi nihayet bilgisayar aracılığı ile sağlanmış oluyor...
Mutlak üstünlüğümüzü ilan edebiliriz.çıkar ve kişiliklerimizi koruma adına gitgide daha akılcı bir şekilde ''sevi''yoruz aklın zaferi ile AŞKA SON veriyoruz.... (bugünlerde okuduğum Gündüz Vassaf'ın kitabından)AMA BEN YİNEDE ESKİ KAFALI DAVRANIP, AŞKA SON DEMEDEN ,TAHİR İLE ZÜHRE GİBİ LEYLA İLE MECNUN GİBİ...
HİÇ BİR NEDENE DAYANMADAN TAAAAA YÜRKTEN DERİNDEN SEVGİLER OLMASI DİLEĞİNDEYİM AŞK AŞKTIR DİYORUM NACİZANESevgilerimle

Tülay Mutlu