17 Haziran 2012 Pazar

SONUÇ & YORUM:




Yıl boyu bana katlandınız ara sıra eğlenmekte sizin hakkınız, size iyi eğlenceler dilerim.

1- ( İnsan ) = ( yemek ) + ( uyumak ) + (üremek) + (para kazanmak için çalışmak ) + (eğlenmek )

2- ( Eşek ) = ( yemek ) + ( uyumak ) + (üremek) olduğuna göre;
İlk denklemde ( yemek + uyumak + üremek ) yerine ( Eşek ) koyabiliriz...

Öyleyse;
( İnsan ) = ( Eşek ) + ( para kazanmak için çalışmak ) + ( eğlenmek )

Bu yeni denklemde her iki taraftan ( eğlenmek ) çıkartılırsa;
( İnsan ) - ( Eğlenmek ) = ( Eşek  ( Eşek kazanmak için çalışmak )

SONUÇ & YORUM: Eğlenmesini bilmeyen insan, sadece para kazanmak için çalışan eşekten başka bir şey değildir...

~~~~o~~~~

Arizonalı bir adam kelepçelerle oynarken kendini kelepçeledi ve anahtarı bulamadı... Kendisini kurtarmak için çilingir çağırmak yerine polisi arayınca başı belaya girdi... Onu kelepçeden kurtaran polisler, ödenmemiş bir kefalet borcu bulunduğunu belirleyince onu yeniden kelepçelediler...

Gillette şirketi 1902 yılında güvenli jilet satmaya başladığında yüzlerce erkek satın aldı... Sonra da bu jiletlerin sakallarını kesmediğini söyleyerek onları çöpe attılar... Gillette yetkilileri, mutsuz müşterilerin tıraş olmadan önce jiletin sarıldığı kâğıdı çıkarmadıklarını fark ettiler...

Chevrolet, yeni model arabası için "Nova" ismini buldu ama sonra arabayı Latin Amerika'da satamayacakları anlaşıldı... Çünkü "Nova", İspanyolcada "gitmez" anlamına geliyordu...

1932 yılında Los Angeles olimpiyatlarında Fransız atlet Jules Noel'in disk atmada kırdığı olimpiyat rekoru sayılmadı... Çünkü atışı izlemesi gereken bütün hakemler, sırıkla yüksek atlama yarışmasını izlemek için arkalarını dönmüşlerdi...

1840'da ABD başkanlığına seçilen William Henry Harrison, çok soğuk bir günde Washington'da açık havada düzenlenen göreve başlama töreninde şapka ve palto giymeyi reddederek yaptığı uzun konuşma sonucu zatürree oldu... Yeni başkan sadece bir ay görev yaptıktan sonra öldü...

Meksika'daki bir sağlıklı yaşam merkezinin sahibi, vasiyetine mezarlığın sigara içilmeyen bölümünde gömülmek istediğini ısrarla ekletmeye çalıştı.
 1971'de toprak kaymalarını incelemek isteyen Japon bilim adamları, büyük bir yağmur fırtınası efekti yapmak için bir tepeyi yangın hortumlarıyla adam akıllı suladılar. Bu yüzden tepenin çökmesi sonucu meydana gelen heyelanda, dört bilim adamıyla 11 izleyici hayatını kaybetti.

Fransız ordusu, askerlerin mayın tarlalarında yürüyebilmelerini sağlayan patlamaya dayanıklı botlar icat etti. Fakat botlar o kadar ağır ve içinde yürünmesi o kadar zordu ki, askerler mayınlarla havaya uçmadan önce pusuya yatan düşman askerleri tarafından vuruluyorlardı...

1985'de New Orleans'lı cankurtaranlar o yıl şehrin havuzlarında kimsenin boğulmamasını kutlamak için bir parti verdiler. Partide konuklardan biri boğuldu.

 1975'de İngiliz bir çift televizyonda en sevdikleri programı izlerken erkek yarım saat süren bir gülme krizi sonucu kalp krizi geçirerek oldu... Eşi, cenazeden sonra programın yapımcılarına bir mektup yazarak, kocasını hayatının son dakikalarında bu kadar mutlu ettikleri için teşekkür etti.

1983'de mağazada hırsızlık yaparken yakalanan San Diego'lu bir kadın polislere eğer onu bırakmazlarsa morarana kadar nefesini tutacağını söyledi. Polisler kadını bırakmadılar, o da gerçekten ölünceye kadar nefesini tuttu.

_ڪے£vgil£riml£

Kadınlar ve erkekler birbirinden neden şikâyet eder?

 


Luciano de Crescenzo’nun dediği ve bazen unuttuğumuz bir söz var: “Hepimiz tek kanatlı melekleriz; yalnızca birbirimize sarılarak uçabiliriz” Kadın ya da erkek, bizler birbirimize göstereceğimiz hoşgörümüz ve sevgimiz kadar büyüğüz.
Bakalım birbirimizden nasıl şikâyet ediyoruz…

...
Kadınların erkeklerden şikâyetleri;

1. Yeterince anlamıyorlar.
2. Duygularımıza ve ihtiyaçlarınıza karşı yeterince hassas değiller.
3. Sevgilerini yeterince göstermiyorlar.
4. Önce kendi tatminlerini düşünürler
5. Yeterince iletişim kurmazlar. Duygu ve düşüncelerini yeterince ifade etmezler.
6. Eşlerine yeterince ilgi göstermezler.
7. Çocukları ile evlerinde yeterince vakit geçirmezler.
8. Evin temizlik ve düzenine yardım etmezler.
9. İşlerini ailelerinin önüne geçirebilirler.
10. Eşlerinin ya da ailelerinin durumunu gözetmeksizin iş ya da hayatları ile ilgili kararları alabilirler.

Erkeklerin Kadınlardan şikâyetleri;

1. Kadınlar sürekli sızlanır, eleştirir, rahat vermezler.
2. Bizi kontrol etmeye çalışırlar.
3. Nadiren mutludurlar.
4. Seks’i şantaj ya da cezalandırma aracı olarak kullanırlar.
5. Mantıklı değil duygusal düşünürler.
6. Duyguları sabit değildir, muayyen dönemlerinde, menapoz ve hamilelik gibi özel dönemlerinde sürekli değişir.
7. Dedikodu yaparlar. (Sanki erkekler daha çok yapıyor gibi geliyor bana)
8. Yeterince evleri ile ilgilenmezler.

Halen şikayet etmek istiyor musunuz?
Evet veya hayırsa sizin bu maddelere ekleyeceğiniz ya da fazla bulduğunuz noktalar nelerdir?

_ڪے£vgil£riml£
 

15 Haziran 2012 Cuma

Lokman Hekim..

Dil seni gül bahçelerine de götürebilir; balçık deryalarına da sürükleyebilir. Ya iyilik, güzellik fidanlığı, ya kötülük, bozgunculuk bataklığı. İnsan nasıl işletirse dil madenini, öyle süsler, donatır ömür ağacını. Ve nasıl besleyip donatırsa öyle ürünlerle donatır kalp toprağını. Dil ve kalp, ya kötülükler yuvası, kumkuması, ya iyilikler-güzellikler ovası.

Hani, Lokman Hekim, bir çırağıyla ava...
çıkmıştı, uzun yoldan evine döneceği sırada bir kabile reisi bu meşhur hekimi misafir etmek istedi.

Lokman Hekim, nasıl beden dilinden anlıyorsa öyle de gönül ve ruh dilinden anlıyordu. Kırmadı kabile reisini. O gece misafir kaldılar. En semiz koyunlardan biri kesildi. Yemek için harekete geçildi. O sırada Lokman Hekim, çırağını imtihan etmek istedi:

- Getir bakayım bana koyunun en temiz iki organını. Çırak gitti koyunun kalbini ve dilini getirdi. Lokman: “Aferin!” dedi, tam isabet. Bir canlının en temiz iki organı kalbi ve dilidir.”

Yediler, içtiler, şükrettiler. Sabah olduğunda da her misafirin yaptığı gibi, yola revan oldular. Ne var ki yol kısa değil, Lokman aslında ava çıkmış gibi görünüyor; ama bu av sıradan bir yiyecek bulma avı değil. Hekimlik yolunda yeni bitkiler, ilaçlar bulma yolculuğu…

Akşama yakın bir saatte bir başka kabile reisi de Lokman Hekim’e misafir olması için ısrar etti. İmkân varsa, davete icabet etmeli. Lokman Hekim de öyle yaptı. Yine akşam ve daha semiz bir koyun kesildi. Bu seferki imtihan daha zorluydu. Lokman, çırağına:

“Haydi şimdi de koyunun en pis iki organını getir bana.” dedi.
Çırak gitti, bir süre sonra yine kalp ve dille dönüp geldi. Uzattı kalp ve dili Lokman Hekim’e. İşte efendim, dedi, bir canlının en pis iki organı.

Lokman:“Aferin dedi, sen sadece görünen, duyulan bilgilerle değil; aynı zamanda marifetle de donatmışsın kendini. Gerçekten de kalp ve dil, bir canlının hem en temiz, hem de en pis organlarıdır.”

Dil ve kalp dedikodu, fitne kaynağı haline gelmişse hem sahibini yer bitirir, hem de çevresinde tahribatlara yol açar. Kısacası, şer için işlese, kötülükler, tahribatlar kaynağı olur. Ama aynı organlar hayır için işlese, güzellikler, iyilikler merkezi olur.

Dilini bir binek bil. Seni gül bahçelerine de götürebilir. Balçık deryalarına da sürükleyebilir. Kalbini kirli, paslı ya da parlak bir ayna bil. Bütün güzelliklere karşı kör de kalabilir

Güneşle parlayan, güneşi yansıtan bir talihe sahip de olabilir.

– Yaşarken hayata ne veriyorsan karşılığında da onu alıyorsun. Bu can bedenden çıktığında bir yarın daha olmayacak. Sevdiklerini üzmeden elindeki değerlerle mutlu olmayı mutlu etmeyi bil ki ardından ağlayan sevdiklerin için bırakabileceğin en kıymetli hazinen iyiliklerin olsun.

_ڪے£vgil£riml£
 

14 Haziran 2012 Perşembe

Kolay mı?


İçimin kuytularına
Çekilmiş canım
Bahar gelmiş
Yaz gelmiş
Nafile Tanrım
Görmeyince göz
Sevmeyince yürek
Kolay mı
Yaşadığını
Hissetmek...

Dolunay

 
 
Hiç bulutlu havalarda dolunayı izledin mi?
 Rüzgar acı acı işlediğinde içine rüzgardan değil, yalnızlıktan yüreğimin titrediğini?
Tüm vefasızlıklar bir bir aklıma geldiğinde sorgularsın tüm olup bitenleri...
Kalbine, hislerine hiç lanet ettin mi?
Tek dokunuşta bütün bulutları silip, dolunayı görmek istedin mi?
Ben, yalnızlığını kendi yalnızlığıma benzettiğim dolunayı izledim.
Onun başında dolanan o, yüreği karartan bulutları, içimdeki tüm sıkıntıları silmek ister gibi silmek istedim.
Dolunayın yalnızlığını, kendi yalnızlığıma, bulutlu halini sıkıntılarıma, yıldızları benden bir haber dostlarıma ve rüzgarı acılarıma benzettim.
Ben bulutlu havalarda dolunayı çok izledim.
 

Şu halinize bakın!

 
 
 
 
Her Ülke Hak Ettiği Şekilde Yönetilirmiş

 Demek ki, biz de layık olduğumuz şekilde yönetiliyoruz.

Yoksa sizler, daha iyi yönetilmeye layık olduğunuzu mu düşünüyordunuz?

 Daha iyisini hak ediyor musunuz?

Bence hak etmiyorsunuz.

Hak etmek için ne yapıyorsunuz ki?

Şu halinize bakın!

Kaç gün önceden haber verilen birçok demokratik kazanımlar için eylemler yapılıyor ama desteklemiyorsunuz " işim var, gücüm var" yaygaraları! Sanki hepiniz İngiltere kraliçesinin taç giyme törenine yetişeceksiniz de, geç kaldınız!

Grevden ödünüz kopar, eylemden ödünüz kopar, her şeyden ödünüz kopar.
Anca oturduğunuz yerden sızlanmayı bilirsiniz.
Bu pısırıklıkla, bu ödleklikle bu kadarına layıksınız.

Hem bak adam ne güzel şeyler yapıyor!
Alt kimlik, üst kimlik, yan kimlik, orta kimlik...
Daha önce kimsenin aklına gelmeyen sahte gündemler bulup çıkartıyor!

Neyse, hadi size iyi sızlanmalar...

Sє√qiLєrim'Lє..

12 Haziran 2012 Salı

Dostunuz var mı?


Bir umut, bin hayaldir...
Hani, diyorum da, insanın gerçekten mükemmel bir dostu olsa...
‘Ona ‘, şöyle, içine sindire-sindire, kocaman bir sarılsa...
Ne iyi olur değil mi?
Dostunuz!
Dostunuz var mı?
Kadın ya da erkek...
Hiç fark etmez.
Gerçek dostun cinsiyeti olmaz.
Paylaştığınız birileri var mı?
Var ise mesele yok.
Yok, ise, gidin bulun hemen!
Sırlarınızı paylaştığınız.
Özlediğinizi açık yüreklilikle söylediğiniz "canım benim” dediğiniz...
Telefonda bile saatlerce konuştuğunuz, sıcacık biri...
‘O’ nu görmediğinizde yüreğinizin “pıt-pıt” attığını hissettiğiniz, bir dostunuz var mı? Dert ortağı, sohbetlerinizi paylaştığınız, yalnızlığınızı anlattığınız, sevincinizi hisseden biri...
Yalnız kaldığınızı düşündüğünüzde, birilerine öfkelendiğinizde, sevdiklerinizi
özlediğinizde, hayal kurduğunuzda yanınızda o var mı?
Sizi hiç yalnız bırakmayan biri...
Cesur, sempatik, azimli, kararlı, arayan, soran,"seni özlüyorum" diyen biri.
Böyle bir canlı ile her şeyi konuşabilir, paylaşabilirsiniz.
Yanıltmaz!
Anlayışla karşılar her şeyi...
Hataları, günahları-sevapları, her bir şeyi konuşabilirsiniz onunla...
Hiç yalnız kalmazsınız nitekim...
Böyle bir dost bulmak için fazla bir arayış içinde olmanıza gerek yoktur.
O kendiliğinden çıka gelir zaten.
Bir gün bir bakarsınız karşınızda...
Bir de bakmışınız sımsıcak sohbetler, derin konular, sırlar, paylaşımlar...
Kimseye söyleyemediğinizi, en yakınınıza anlatamadığınızı, geçmişteki izleri, geleceğe dairlerinizi, sadece ona anlatır olursunuz.
Kadın, erkek bir dost bulun!
Ama gerçek olsun.
Aradığında işinizi değil, sizi soran...
Kötü gününüzde ev sahibi, iyi gününüzde kiracınız olsun.
Anlatsın, konuşsun, açık- seçik, korkmadan yaşasın.
Güvensin!
Cinsiyeti olmasın!
Bir kartal kadar haşin, bir maymun kadar şaklaban, bir ceylan kadar narin olsun. Doğruları söylesin.
Gerçekçi olsun.
Yanıltmasın, kandırmasın!
İçten, sevecen, sempatik, sevdaları, özlemleri anlayabilen biri olsun.
Anlasın!
Ağzıyla değil, gözleriyle ve kalpten konuşsun.
Yaşasın!
Doya-doya yaşasın, doya-doya yaşatsın.
Beyninden değil, yüreğinden versin.
"Olsun varsın paylaşırım." desin.
Bir dostunuz olsun.
Sizi ve benliğinizdekileri paylaşsın...
Dost olsun!
Ama...
Gerçek bir dost…

_ڪے£vgil£riml£
 

İşte size bir tartışma örneği...

 

Bir üniversite profesörü öğrencilerine su soruyu sorar;

 

 — Var olan her şeyi Tanrı mı yarattı?

Bir öğrenci ayağa kalkar ve cevaplar.
...

— Evet, her şeyi Tanrı yarattı!

Profesör sorusunu yineler ve öğrenci yine ‘Evet efendim’ diye cevaplar. Profesör devam eder.

— Eğer her şeyi yaratan Tanrı ise ve şeytan var olduğuna göre şeytanı da Tanrı yaratmış olur. Çalışmalarımızda uyguladığımız kesinleştirme prensibine göre de Tanrı şeytandır. Öğrenci böyle bir önerme karşısında şaşırır ve yerine oturur. Profesör öğrencilerine bir kez daha Tanrı’nın içindeki kaderin bir efsane olduğunu kanıtlamaktan ötürü oldukça mutludur.

Bu arada başka bir öğrenci ayağa kalkar ve ‘Bir soru sorabilir miyim profesör’ der. Profesör sorabileceğini söyler. Öğrenci ‘Soğuk var mıdır’ diye sorar.
Profesör; ‘Nasıl bir soru bu böyle, tabii ki vardır’ di ye cevaplar. ‘Sen hiç soğuktan üşümedin mi?’

Öğrenci ‘Aslında, fizik yasalarına göre soğuk yoktur; yaşamda/ gerçekte biz soğuğu sıcaklığın yokluğu olarak düşünürüz. Herkes veya nesneler o enerji oradaysa veya bir şekilde enerji iletiyorsa onu deneyimler. Örneğin, Absolute 0 (273 derece C) sıcaklığın kesin yokluğudur. Soğuk yoktur, o yalnızca sıcaklığın yokluğunda duyumsadıkları mızı tarif etmek için yarattığımız bir kelimedir’ der ve devam eder.

— Profesör, karanlık var mıdır?
— Tabii ki vardır.

— Korkarım gene yanılıyorsunuz efendim. Çünkü karanlık da yoktur. Yaşamda/ gerçekte karanlık ışığın yokluğudur. Biz ışık üzerinde çalışabiliriz ama karanlığı çalışamayız.. Gerçekte, biz Newton’un prizmasını kullanarak beyaz ışığı kırar ve renklerin çeşitli dalga uzunlukları üzerinde çalışabiliriz. Ama karanlığı ölçemeyiz. Bir basit ışık karanlık bir mekânı aydınlatarak karanlığı kırmış olur yani karanlığı geçersiz kılar. Siz belli bir mekânın/uzayın ne kadar karanlık olduğundan nasıl emin olursunuz? Işığın miktarını ölçerek! Bu doğrudur değil mi? Karanlık insanlık tarafından, ışığın olmadığı yer/ mekân için kullanılan bir kelimedir. O zaman size son bir soru daha sormak isterim, efendim. Şeytan var mıdır?

Bu kez profesör pek emin olamamakla birlikte cevaplar..

— Tabii vardır. Açıkladığım gibi, biz onu her gün, her yerde görürüz. O, dünyadaki işlenmiş tüm suçlarda, şiddette yer alır. Bunların tümü şeytanın kendisinden başka bir şey de değildir. Öğrenci itiraz eder.

— Şeytan yoktur efendim. Yani o kendi başına yoktur. Şeytan basit olarak Tanrı’nın yokluğudur. O aynen karanlık ve soğukta olduğu gibi insanın Tanrı’nın yokluğunu tarif etmek üzere yarattığı bir kelimeden ibarettir. Tanrı şeytanı yaratmadı. Şeytan/ kötülük insanın tanrısal sevgiyi yüreğinde hissetmediği zaman yaptıklarının bir sonucudur. O, aynen sıcaklığın olmadığı yere gelen soğuk, ya da ışığın olmadığı yere gelen karanlık gibidir. Profesör kürsüdeki yerine çöker Öğrenci kim mi?
Albert Einstein.

_ڪے£vgil£riml£
 

9 Haziran 2012 Cumartesi

Çok ama çok şaşırttın bugün beni

Şaşırtmakla da kalmadın, tahmin edemeyeceğin kadar çok üzdün beni. Normaldi her şey aslında, o gün seninle konuşmaya başlayana kadar…

“Merhaba” dedim. Beni tersledin, şaşırdım. ‘Ne oldu, bir sorun mu var, paylaşmak ister misin?’ dedim. Bağırıp, çağırmaya başladın. Kapıyı vurdun, gittin. Afalladım. Öylece kalakaldım. On dakika sonra da sana mesaj attım “Bugün sen...
i üzen ne oldu bilmiyorum ama sinirlenmişsin ve ilk karşına çıkan da sanırım bendim ve sen bana patladın. Olsun, senin canın sağ olsun. Sinirin geçti mi bari?” diye.

Çaldırdın cebimi. Neden böyle yaptın, inan hala anlam veremiyorum. Şimdi bu durumda benim ne yapmam gerek? Bugüne kadar yaşadıklarını paylaşmasan, hayatı konuşmasak, sana değer vermesem, arkadaş, dost olarak görmesem anında unuturum gider. Ama öyle değil. Uzun bir süre paylaştık hayatı. Hatta sen diyordun ya bana bazen… Neyse boş ver, söylemeyeyim. Tüm bunlardan
sonra… Onun için sana arkamı dönüp, gitmek çok zor geliyor.

Neden yaptın ki böyle, ne kötülük gördün ki benden? Söyle neden… Neden yaptın ki böyle? Çok şaşırdım, bunu senden hiç ummazdım ah canım… Bilseydim seni bu kadar çok sevmezdim…

Düşünüyorum, hak ettim mi bugünkü yaptığın davranışı? Tabii ki hayır. Deseydin ki, “ Şu an konuşmak istemiyorum.” Tamam derdim. Ama şu an bir kırık kalp geride kalan… Darmadağın… Kırıkları bir araya getirmeye çalışıyorum. Ama…

Vakit şu an gece yarısını çoktan geçti. Kalbim sızlıyor inceden… Kulağım telefonda ama çalmıyor. Ben arayayım diyorum. Bir yanım aramayı istiyor, bir yanım karşı koyuyor. Malum… Ya terslersen yine… Ya da uyuyorsundur büyük ihtimalle.
Sen uyurken… Senin aklında değilken şu an… Düşünüyorum ben…

Seni sevdiğimde dünyalar benim olmuştu. Gözümü ve kalbimi aşk bürümüştü. Ama şimdi öyle kırıldım ki… Dediğim gibi ortada bir sebep olsa… Ama yok. Acıtan da bu zaten. Bir daha beni kimse beni böyle kırmayacak diye yeminler ettim kendime.

Böyle savunmasız olmamaya…
Çünkü seninle kendimi en güzel, en iyi, en mutlu hissettiğim, en ummadığım anda kırdın beni.
Çiçek açmıştım senin kalbinde ama dalından kopardın beni sen…
Ben kendimi sana adamışken, sevgin içimi titretirken, seni içimde saklarken, senin yaptığın... Hiç aklım almıyor.
Kalbim sende kaldı. şimdi istediğin kadar kırabilirsin, hiçbirşeyin önemi kalmadı.
Oysa sana olan sevgim ömürlüktü biliyormusun?

_ڪے£vgil£riml£

8 Haziran 2012 Cuma

Kaçamak yaşıyoruz.


 Herşeyden, bazen kendimizden bile kaçıyoruz.
Duygularımızı paylaşmak nedense zor geliyor bize.
Kendimiz bile yaşayamıyoruz ki…
Hep içimize atıyoruz sevgileri, hüzünleri, mutlulukları.
Bağırıp çağırıp hani derler ya
”bardaktan boşanırcasına yağan yağmur gibi” ağlayamıyoruz bile.
Utanıyoruz…
 Kızgınlıklarımızı hep içimize atıyoruz.
Aslında kendimize kızıyoruz.
Karşımızdakinin hiç suçu yok ‘’sadece o O’nun düşüncesi” diyemiyoruz.
Gördüğümüz her iyilik ve kötülüğün bizden kaynaklandığını anlayamıyoruz.
Volkanlar patlıyor içimizde söndüremiyor gözyaşlarımızı içimize akıtıyoruz.
Görmüyoruz…
Kör değiliz ama sadece bakıyoruz.
Çevremizdekileri sadece hareket eden birer obje olarak değerlendiriyoruz.
Doğan güneşin sıcaklığını, rüzgârın getirdiği okşamayı, kuş sesindeki canlılığı
ve hayatı hep kaçırıyoruz.
Ruhumuzu bir yerlerde bıraktık, bulamıyoruz…
Çok hızlı gidiyor, dinlenemiyoruz.
Herkes ama herkes, herşey üstümüze, üstümüze geliyor…
Korkup kaçıyoruz.
Sevemiyoruz…
Sevgilerimizin bile sebebi çıkar ilişkisine dayalı.
Hep bir şeyler bekliyoruz karşımızdakinden.
Peki… Ne veriyoruz.
Arkadaşlığı bile beceremiyoruz.
Bazen bir merhaba demek bile zor geliyor.
”O bana dün selam vermemişti ben neden vereyim” bile diyebiliyoruz.
Aslında kendimizle inatlaşıyoruz.
Egomuz daima üstün geliyor.
Sebebini bilmiyoruz.
Düşünmüyoruz.
Geleceğimizi, geçmişimizi içinde bulunduğumuz anı bile düşünmüyoruz.
Hep gel geç ilişkilerde gözümüz.
Hep başkası olmakta…
Kendi benliğimizi kaybettik.
Tanımıyoruz içimizdeki beni.
Ne istediğimizi ne beklediğimizi bile bilmiyoruz.
Kendimizden bile kaçıyoruz.
Yüzleşemiyoruz kendimizle…
Eleştiride dozu kaçırmaktan korkmuyoruz
ama kendimize yöneltilen eleştirileri saldırı olarak algılıyoruz.
Hayatın tüm yanlışları hep bizim dışımızda…
Bir tebessümü bile çok görüyoruz karşımızdakine.
Bilmiyoruz, aslında o çok gördüğümüz tebessümün kendimize verdiğimiz en değerli hazine olduğunu…
Hayatta herşey size bağlı.
Sen istersen dünya daha güzel.
Sensin tüm güzellikleri yansıtan.
Diğer olan biten herşey sadece araç.
Yani sen varsan herşey var.
Kendini tanımaktan geçiyor herşey.
Bir tebessümle başlıyor güzellikler.
Sabah yataktan kalktığında aynada kendine tebessüm et
ve
Günaydın dileklerini ilet kendine…
Gözlerini kapat hayatın seslerini dinle.
Yeni bir gün, her yeni gün seninle birlikte var.
Ruhun bir yerlerde seni bekliyor.
Bul Onu. Hisset tüm hissettiklerini.
Bak nasıl değişecek hayat…
Gülümseyin..

_ڪے£vgil£riml£

7 Haziran 2012 Perşembe

Ustayla, çırak.

 
 
Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli herşeyden şikâyet etmesinden bıkmıştı.
 Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Hayatındaki herşeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi.

Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.

“Tadı nasıl?” diye soran yaşlı adama öfkeyle “acı” diye cevap verdi.
Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi.

Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu: “Tadı nasıl?”
“Ferahlatıcı” diye cevap verdi genç çırak.
“Tuzun tadını aldın mı?” diye sordu yaşlı adam,
“Hayır” diye cevapladı çırağı.

Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve söyle dedi: “Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey, ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış.”

_ڪے£vgil£riml£


     
     

5 Haziran 2012 Salı

Dikili bir ağacın olsun...

Dünyaya herkes bir şeyler bırakmaya gelir. Peki, siz geriye ne bıraktınız? Ya da bırakacaksınız? Cenazeniz kaldırılırken arkanızdan neler söylenmesini istersiniz? İnsanların hakkınızda neler demelerini beklersiniz? Bu makalemde, size özet hikayelerle kısa bir özeleştiri yapma fırsatı sunacağım...

Dikili bir ağacın olsun...

Bir iş için gittikleri New York’tan özel uçaklarıyla Silverlake kasabasın...
a dönen James ve Marilyn Haney çifti, uçakları havada arıza yapınca ölümün kıyısından dönerler.

Kasaba üzerinde arıza yapan uçaklarının yavaş yavaş alçalarak düşmeye başlamasıyla birlikte, gözlerini kapatarak çaresizlik içinde dua etmeye başlayan çift, büyük bir çatırtı sesiyle gözlerini açarlar.

Herhangi bir evin üzerine çakılmayı bekleyen çift, aile reisi James Haney’in 25 yıl önce evinin bahçesine diktiği ağacın kolları arasından sağ salim yere inerler.

Kendisini yetiştiren Bay James’in hayatının kurtulmasına vesile olan ağaç: “Senin de dikili bir ağacın olsun!” sözünün doğruluğunu ibret nazarlarına sunmuyor mu?

Yanlış savunmanın bedeli...

Portekiz’de 27 yaşındaki Sophie Lagoa ismindeki bir kadın sürücü, sarhoş bir vaziyette araba kullandığı gerekçesiyle trafik polisleri tarafından yakalanarak mahkemeye sevkedilir.

Kadın, oldukça ağır olan bu trafik cezasından kurtulabilmek için sahasında çok iyi bir avukat olan Eduardo Borja ile anlaşır. Avukat, bütün mesleki marifetlerini kullanarak bayan Sophie’yi ceza almaktan kurtarır.

Başına gelen musibetten ders alıp uslanmayan Sophie Lagoa, beraatını kutlamak için bir bara gidip sarhoş oluncaya kadar içer. Daha sonra da yine sarhoş vaziyette direksiyonun başına geçer.

Ve o sarhoş kafayla yolda giderken bir vatandaşa çarparak onu yirmi metre kadar arabasıyla sürükler. Perişan vaziyette hastaneye kaldırılan adam bütün müdahalelere rağmen kurtarılamayarak ölür.

Bayan Sophie Lagoa, hapishanenin yolunu tuttuktan günler sonra, arabasıyla çarparak ölümüne sebep olduğu adamın, kendisini sarhoş araba kullandığı gerekçesiyle ceza almaktan kurtaran avukat Eduardo Borja olduğunu öğrenecektir.

'Sє√qiLєrim'Lє..

Eflatun”a iki soru sormuşlar:

 
Eflatun”a iki soru sormuşlar:

Birincisi;
“İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan davranışları nelerdir?

...
Eflatun tek tek sıralamış:
”Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler.
Ne var ki çocukluklarını özlerler.
Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler.
Ama sağlıklarını geri almak için para öderler.
Yarından endişe ederken bu günü unuturlar.
Dolayısıyla ne bu günü ne de yarını yaşarlar.
Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarlar.
Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler.”

Sıra gelmiş ikinci soruya;
“Peki, sen ne öneriyorsun?”

Bilge yine sıralamış:

“Kimseye kendinizi sevdirmeye kalkmayın.
Yapılması gereken tek şey sadece kendinizi sevilmeye bırakmaktır."

ÖNEMLİ OLAN; HAYATTA EN ÇOK ŞEYE SAHİP OLMAK DEĞİL,
EN AZ ŞEYE İHTİYAÇ DUYMAKTIR.

_ڪے£vgil£riml£

1 Haziran 2012 Cuma

Yaşamın vazgeçilmezi kadın...

Yolu yarıladığında sevgisinde ve öfkesinde cömerttir.

Bilirsiniz kadınları anlamak zordur.

Tam anladım sanırsınız ki sil baştan. Çünkü kadın her yaşta farklı özellikler gösterir.
...

20’li yaşlara kadar olan dönem ergenlik sayılabilir. 20–30 yaş arası kafasında kavak yelleri estiği yıllardır. Âşık olur ama bir türlü aşkını ifade edemez. Her aşk inanılmaz mutsuzluk getirir. Bir türlü istediklerini ifade edemez.

30–35 arası olgunluğa geçiş dönemi. Bazen çok olgun, bazen çok da çocuk ruhlu. Kendi de bir türlü karar veremez. 35 yaştan sonrası kendini iyi ifade etme dönemidir.

Hele 40–45 arası süperdir. Daha sonraları için de aynı. Ama daha sonraki dönem eğer kendini dinç tutabiliyorsan, hayatı yaşamayı seviyorsan muhteşem olur.

Yolu yarılayan kadın sevgisinde ve öfkesinde cömerttir. Onunla olan erkeğin her şeye hazır olması gerekir.
‘Yaş otuz beş, yolun yarısı eder’ deyince şair, yolu yarılayan kadınlar aklıma gelir.
Ne aradığını ya da ne aramadığını bilen kadınlar.
Aşkı, sevdayı mutlaka tatmış olurlar.
Bu nedenle onları yüzeysel duygularla kandırmak mümkün değildir.
Aşkın da aşksızlığın da kokusu bu kadınlara sizden önce gelir.
Ömrünün diğer yarısını kendini geliştirmeye adayacağından bilinçleri doruğa yükselir.

Akıl ve bedenle birlikte girdiği ortama renk ve ışık verir.

Yolu yarılayan kadınlarla kolay ve zor bir hayat iç içedir. Sevgisinde de öfkesinde de cömerttir.

Evet, anlamına gelen kadınsı hayırlarla kapris yapılmayacağını çoktan öğrenmiştir.

Erkeğin ne ardından gelir, ne de ilerisinde olmak için didinir.
Yan yana, can cana duruşlar tercihidir.

Bazen bir anne şefkati, bazen de bir aslan kükremesi ile şaşkınlığa çevirir.

Onunla birlikte olan erkeğin her şeye hazır olması gerekir.
Yolu yarılayan kadınlar duygularını yaşamasını bilir.
Davranışları sebepsiz değildir.
Kalbi kırıldıysa ağlar, ağlayışının sebebi erkeğin ona sunacağı sevgi değildir.
Mutluysa kahkahalar atar, gülüşünün sebebi dikkat çekmek değildir.
Seviyorsa kıskanır, kıskanç oluşunun sebebi kendine güvensizlik değildir.
Üzgünse omuz arar, destek istemesi çaresizliğinden değildir.
Suskunsa sebebi vardır, kendi haline bırakılması gerekir.
Yolu yarılayan kadınların hissiyatı kuvvetlidir.
Aldatıldığını sezgilerini kullanarak gün ışığına çıkarır.
Veda vakti geldi demenize bile gerek yoktur.
O verdiğiniz mesajı çoktan anlayıp kendi yolunu tutmuştur.
Her gidiş kadını daha da kadınlaştırır.
Gidenin ardından bakacak kadar hayatın uzun olmadığını anlamıştır.
Ve gizem kadına en çok bu yaşlarda yakışır.

_ڪے£vgil£riml£