31 Ekim 2011 Pazartesi

Eğer Elin Değerse Çal Kapı mı..

Eğer elindeyse ne olur çal kapımı
Eğer yüreğindeysem ne olur sil göz yaşını
Sen bilmezsin
Alırım haberini
... Yollara küşmüssün
Hissetinmi gittiğimi

Buralar cehennem
Oldu inan bana
Yanıp kavrulsamda
Seninle guzel Ankara

Güneşimiz bu aşk
Yakar yüreğimizi
Dert olmuş gözlerimize
Göremeyiz hiçbirşeyi
Eğer elindeyse ne olur çal kapimi
Eğer yúreğindeysem ne olur sil göz yaşını

27 Ekim 2011 Perşembe

Usta-çırak ilişkisinin kutsallığı

Usta-çırak ilişkisinin kutsallığına ve önemine çok inanırım. Ustaların birkaç kelimeye sığdırabildiği anlamlara hep hayran kalmışımdır. Bugünkü sohbette bir usta-çırak ilişkisi hikâyesi ile küçük bir kıssadan hisse vermeye çalışacağım;

500 yıl önce küçük bir balıkçı kasabasında Daishinji isimli bir origami ustası yaşarmış. Tek bir kâğıt parçası ile yaptıkları ile bilinirmiş. Birgün kâğıttan bir balık yapmaya karar vermiş ve çok gerçekçi birşey çıkmış ortaya.

Aradan uzun bir zaman geçmiş ve raftaki yerinde o güne kadar dinlemiş olan kağıt balık dile gelmiş ve ilk sözü “Yalnızım” olmuş. Yaptığı balığın konuşmasına çok sevinen Daishinji hemen ona kâğıttan bir dünya hazırlamış. Deniz, yunuslar, ahtapotlar, balinalar, yosunlar, kayalar vb. olan bir dünya.

Uzunca bir süre kâğıt balık mutlu olmuş. Fakat birgün farketmiş ki ne kadar derine inerse insin ıslanmıyor. Islanmayan bir balık mutlu olabilir mi?

Kâğıt balık gerçek denize gitmek istemiş. Daishinji önce rahatsız olmuş bundan. Günlerce hazırladığı kâğıt dünyadan ayrılmak istiyordu. Ona göre hayali şeyler hayali dünyalarında yaşamalılardı. Bu yüzden kızdı ve isteği reddetti. Ama kâğıt balık “hayır” cevabını kabul etmiyor Daishinji’nin yumuşayacağını düşünüyordu.

Düşündüğü de oldu. Daishinji onun sadece kâğıttan bir balık olduğunu bilmesine rağmen sabah gün ışırken yola çıktılar. Daishinji, balığı bir tahta kutuya koymuştu ve tekneye binip açıldılar. Bir süre açıldıktan sonra Daishinji kutuyu suya bıraktı. Kutu içinde güvende olan kâğıt balık denizin titreşimlerini hissedebiliyordu.

“Denizi gördün mü?” dedi Daishinji. “İstediğin bu mu?”

“ Ben gerçek denizi istiyorum” dedi kâğıt balık. “Beni içine bırak ve gidip derinlikleri keşfedeyim.”

“Bunun bir derse ihtiyacı var” diye düşündü Daishinji. “Biraz suya bırakırım, ıslanıp yavaş, yavaş batmaya başlayınca, onu geri almamı ister, bende onu geri alırım” diye düşündü.

Fakat hiçte öyle olmadı. Öyle bir değişim başladı ki Daishinji kendi gözleriyle görmese inanmazdı. Kâğıt bedene dönülmüş, pullar ve yüzgeçler gerçek olmuştu. Büyük bir ton balığına dönüşmüştü kâğıt balık. Ve arkasına bile bakmadan uzaklaşmaya başladı.
“Bir gün balıkçıların ağlarına takılıp, bize akşam yemeği olarak dönebilirsin” dedi Daishinji. Balık geriye döndü ve “şu an en az senin kadar özgürüm, önemli olan bu” dedi ve tekrar yoluna devam etti.

Daishinji’nin kızgınlığı gitmiş ağlamaya başlamıştı. Boşluğa bakarak “Adını bile bilmiyorum..” dedi ve tekneyi evine doğru gitmek için çalıştırdı.

Daishinji, tüm Japonya’da origami ustası olarak ünlendi. Kâğıtlardan dünyalar yarattı ve onlar kendi zamanlarında gerçek oldular.

Bir gün genç bir origami öğrencisi ona şöyle bir soru sordu: “Maden gitmelerinden üzüntü duyuyorsun ve hatta yaptığın şeyler gittikleri için hiç kimseye gösteremiyorsun, neden yapıyordun?

Daishinji, rafta duran tahta kutuyu aldı. “Benimle gel” diyerek onu kâğıt balığı serbest bıraktığı yere götürdü. Kutuyu tam orada açtı. Birden büyük bir Ton balığı denizden fırlayıp tekneye atlamaya çalıştı fakat büyüklüğü sebebiyle genç öğrenciyi ve Daishinji’yi denize yuvarladı.

“Geri dönüşü yok değil mi?” dedi ton balığı. “Yok” dedi Daishinji. Onların teknelerine binmelerine yardım etti ve geri dönmeye başladılar. Sahile vardıklarında genç öğrenci “Bana bildikleriniz öğretir misiniz?” diye sordu. Daishinji’de “Öğrettim ya zaten“ dedi.

Bir şeylerin hayalini kurarız, isteriz. Hayat bizi tercih etmeye iter. Bu tercihlerimiz bizim için iyi olabilir kötü olabilir. Ne var ki çoğu zaman yaptığınız tercihten geri dönüş şansınız olmaz. Nasıl bir hayat, nasıl bir dünya istediğinizi belirlemeniz ve o hayatı yaşamak, istediğiniz dünyayı kurmak için çabalamalısınız.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Gülmek aptal görünme riskidir.



Ağlamak duygusal görünme riskidir.
Birine el uzatmak gerçek benliğini açığa vurma riskidir.
Düşünceleri, düşleri herkesin ortasında anlatmak onları kaybetme riskidir.
Sevmek sevilme riskidir.
Yaşamak ölme riskidir.
Umut etmek ümitsizliğe kapılma riskidir.
Denemek başaramama riskidir.
Ama riskler alınmalıdır, çünkü yaşamdaki en büyük tehlike hiç risk almamaktır.
Hiç risk almayan kişi hiçbir şey başarmaz, hiçbir şey elde etmez ve hiçbir şey olmaz.
Acı ve çile çekmekten kaçınabilir, ama öğrenemez, duyumsayamaz, değişemez, gelişemez, sevmez ve yaşayamazsınız.
İnançlarının zincirine vurulmuş kişi bir köledir.
Ceza olarak özgürlüğün kaybetmiştir.
Yalnız risk alan insanlar özgürdür

25 Ekim 2011 Salı

Sözün Bittiği Yerde.

Sözün bittiği yerde, düşler devreye girer.

 Sessizliğin sesi olur birden düşler.
Sesin güzelliği, görülen düşe pembe olarak yansır.
Uykuda sesin rengi yankılanır.
Görülür pembe düşler.
...
Anlamları bizim yüklediğimiz bu dünyada her şeyin bir rengi yok mu?
Alış-verişe gittiğinizde neden hep aynı renkte kıyafetler alıyorsunuz?
Satanistler neden siyah giyiyorlar sizce?
Bencilliğin ve kapalılığın simgesi belki de.
Yaz gelince güneşi tenimizde daha çok yaşamak için açık renklere koşuyoruz. Anlamları renklere yüklüyoruz.
Hayatı renk renk yaşıyoruz.

Sahi ne renk geldiniz siz bu satırlara?
Ön yargılarınızdan arındınız mı?
Kızıl bir öfkeyle mi geldiniz,
Mavi bir dinginlikle mi?
Düşüncenizin rengini bilin ki, sizin bu satırlara bıraktığınız renkleri de ben bileyim.

Düşlerin rengi, sessizliğin sesi olmaya ne zaman soyunur?

İnsanın çoğu zaman kendinden bile gizlediği,
belki hiçbir zaman dillendiremeyeceği gizleri vardır.
Kendimizden kaçırarak, değerinden eksiğine bozdurmamak için
sakladığımız düşler sessizlik zamanlarında ortaya çıkar.
Pembe düşlerin kahramanları hep sevgilidir.
Düşünce zihne pembe sevgili, bir düşe yatmak ister insan.
Sabah olup uyanınca uyusam ve aynı düşü görsem ister yeniden.

Zaman değişti.
Bir nehirde iki kere yıkanılır mı ki?

Renkleri ben değiştirmedim.
Ben siyah ve beyaz arasında gidip gelmedim.
"Görmeyen göz ne görür ki?" diye kendime seslendim.
Gözümü açıp, görmeyi bekledim.

Yaz, diğer mevsimlerden başka.
Ötelediğimiz yaşamımızı yüzümüze haykırıyor tüm renkler.
Düşlerimizin rengini anımsatıyor yeryüzü.
Bir düş gördüm gece.

Uyandım aydınlık bir sabaha.
Yaşamak.
Yeniden yaşamak..
Yeni bir güne daha başlamak...

Düşümde bu renkleri gördüm.
Bana hayal kurdurtuyorsun diye seslendiğim kuşa,
yorumlarıyla umut verenlerin düşlerini boyadım düşümde.
Size bir armağan vermek istedim!
Şimdi fırçayı size veriyorum.
Düşlerinizi boyayın.
Hayal kurmaya başlayın...
Bu ülkede hala hayal kurabilirsen...

Terör

Otuz yılı geçkin süredir terör belasıyla uğraşıp duruyoruz. Ay geçmiyor yüreğimizi dağlayan acı haberler alıyor ve ardından bizi biraz daha hüzne boğan hikâyelerle karşılaşıyoruz. Kimisinin terhisine on gün kalmış, kimisi doğmamış bir bebek bırakmış, kimisi son nefesini vermeden annesinden helallik almış, kimisi kahramanca arkadaşları için kendini feda etmiş… Böyle yüzlercesi her biri ayrı bir hay...at, ayrı bir destan.

Ancak biz artık bu destanları görmek istemiyoruz yüreğimizde yanmayan yer, gözlerimizde akacak gözyaşı kalmadı.Tüm benliğimizle dualarımızla artık terörün bitmesini isterken bir bakıyoruz çoluk çocuk sivil demeden lanet bir bomba, ardından kahpe bir mayın, hain bir pusu ve daha onlarcası biz bitmesini istedikçe son bulmuyor acılarımız.

Peki, bu milletin acısı yalnız dağdaki terörden mi kaynaklanıyor? Yıllarca acısı kor gibi yüreğimizin bir köşesinde soğumadan duran başka ateşlerimiz yok mu bizim?

- Maalesef bu sorunun cevabı “Evet”

Kuşkusuz bu acıların en büyükleri hep vurdumduymazlık, ihmalkârlık, Allah’a Emanetçilik, Boş vermişlik, Tam Emniyet kandırmacası, “Ben yaparım” küstahlılığı ve onlarca kurban…

Hangisini söylesem ki, saymakla biter mi?

Van depreminde olduğu gibi binalarımızı standartlarında yapmayız, yıkılır yüzlerce insanımız ölür; yollara tehlikeli şekilde Mucur dökeriz milletin ocağını kapatırız, gerekli levhaları, ışıkları trafikte yerli yerine koymayız, ehliyeti paldır küldür alırız, uykusuz yola çıkarız, içkili direksiyona geçeriz sonra bir otobüsü biçer onlarca insanın katleder terörün en büyüğünü gerçekleştiririz adına “görünmez kaza, ecel, böyle nasipmiş” deriz susarız.

Yollarda ölen insan sayımızın terörden ölenlerin onlarca katı, ya depremdekiler? Bilmiyoruz yani arada sırada duyuyoruz ama hastanelerde yanlış ilaçtan, tedaviden elini kolunu canını kaybedenler az mıdır?

Artık beynimize nakşetmemiz lazım insanlarımızın bir hiç uğruna ölümüne sebep olan ihmalerin tümü terördür.

Tüm bunlara kayıtsız kalan iktidar son birkaç günde halkın yüreğine düşen kor ateşi sırasında bakın nelerle uğraşmış.

1- Deniz Fenerinde tutuklu bulunan tüm sanıkları sessizce serbest bıraktı.

2- Tüm Hizbullah tutukluları şimdi artık özgür.

3- Kredi faizlerini sen beş yılın en üstüne çıkarttılar.

4- Memura yapılan mesai zamlarını 10 kuruşa çektiler.

5- Öğrenci harçlarına yapılan zammı son on yılın en üst seviyesine çıkartıp yasalaştırdılar.

6- Yedi kalem eşyaya % 14 ila 17 arasında yap yaptılar.

7- Kaddafi’nin yakalanıp linç edilmesinden dolayı Libya’lı muhaliflere daha önce gönderdikleri 300 milyon $ rın yanında 80 milyon $ daha yardım gönderdi.


Bunlar bildiklerimiz, ya bilmediklerimiz…

Yeter ARTIK…
_____Bitsin bu terör.
__________Bitsin bu zulüm.
_______________Bitsin bu sömürü…
____________________Bitsin bu aymazlık…

_____________Ey halkım unutma ve susma _______

17 Ekim 2011 Pazartesi

İzmir Pasaport’ta Bir Gün.

Griye çalıyordu gökyüzü deniz durgundu.
Hafiften esen meltem yaşlı adama yaşama sevinci vermişti.
Koştu birdenbire, sallanan teknelerin önünde durdu.
Yüzünü semaya döndü, kollarını açtı dünyayı kucaklarcasına.
İçinden mutluluk fışkırıyordu. Torunları da arkasından koşup geldi.
Eğildi, siyah saçları kısacık kesilmiş iki kız çocuğunu
kucaklayıp ‘’bunlar benim kalp atışlarım’’diyerek her
birini gözlerinden öptü.

Teknelerin yosunlar dolanmış babalara bağlanmış iplerinin gölgeleri

denizde raks ediyordu.
Kordon boyundaki kaldırımlar kırmızı beyaz taşlarla,
helezoni bir şekilde döşenmişti. Deniz kıyısı tahta sandalyeler
ve masalarla doluydu. Renk renk tenteler bir türkü tutuşmuş
kendi âlemlerindeydi.

Zarafet timsali olan, sarı boyalı Pasaport İskelesi;
kendisini denize bırakmış, kemerli pencereleriyle tarihi seyre dalmıştı.
Kâffelerden yükselen musiki küpeştelere vuran dalga sesiyle

birlikte güzel bir armoni oluşturuyordu. İnsanı baştan çıkaran
çay kokusu ile iyot kokusunun karışımı sizi alıp uzak bir zaman
diliminde bırakıyordu.

İki beyaz beygirin çektiği talikadaki delikanlı yanındaki kıza sarılmış,

sanki aşkı terennüm eden sözcükler fısıldıyordu.
Arkasından gelen kahverengi atların çektiği kırmızı tekerli,
siyah Karaço da ki renkli fenerler ve atların koşullarındaki
çarpanalar insanı adeta büyülüyordu.
İçine kurulmuş gelin ve damat el ele tutuşmuşlar kahkahalar atıyorlardı.
Kenarda balık avlayanlar; keyifle oltalarını durmadan daha uzaklara

atmak için birbirleriyle yarışıyorlardı.

Çizgili gömleğinin kolları cepkeninden görünen kaytan bıyıklı delikanlı,
elindeki Oltu taşından tepsiyle durmadan voltalı yordu.
Sırtındaki çantası ile sanki koşuya çıkmış mor tşörtlü kız

nefes nefese bir yerlere yetişmeye çalışıyordu.
Menopozlu birkaç kadın ritmik adımlarla yürüyüşe çıkmışlardı.
Bir grup özürlü arabalarıyla eylem hazırlığı içinde toplanıyor,

Kordon boyunu turlamak için sabırsızlanıyorlardı.

Özürlülerde özgürce yaşamalıydı bu şehirde.
Kendilerine yol yapılmalı, kaldırımlara rahatça çıkabilmelilerdi.
Bu onların en tabii hakkıydı.
Bisikletli çocuklar hızla gelip geçiyor, arabalar parke taşlarının
sarsıntısını en aza indirmek için çok yavaş ilerliyorlardı.
Fal bakan şişko Çingene, kocaman göbeğinde zor duran

şalvarını bir yandan çekiştirerek sırnaşıkça ‘’abla bakim bi falına, sana yoldan gelen güzel bir kısmet var.

At şuraya gönlünden ne koparsa güzel gözlüm.’’ diye söylenerek
yanınızdan ayrılmak istemiyorlardı.
Arkasından gül satan başında oyalı yemenisiyle güzel genç kadın,
gül satabilmek için dökmediği dil kalmıyordu.
Hayat bu; yaşamak için neler yapıyordu insanlara.

Beyaz el arabalarında Şambali satanlar, gevrekçiler, boyoz diye
bağıranlar, keten helvacılar, çerez satanlar sanki resmigeçitteydiler.
Karşı restoranda yelkencilerin yemeklerin emekleri vardı.

Yandaki kâffede maç için gelmiş bir grup telaşla bekleşiyorlardı.
Kordon Boyu bir telaş içinde akıp gidiyordu rengârenk.
İskeleden kalkan ve iskeleye yanaşan her vapur selamlıyordu

bu güzel şehri sevgiyle.

Martılar eşlik ediyorlardı yol boyu gemilere.
Herkesin elinde telefonlar, durmadan konuşuyor konuşuyorlardı

birileriyle. Medeniyet sülük gibi yapışmıştı sırtımıza.
Kimse küpeştelerin çıkardığı musikiyi, martıların ezgisini ve
iskelenin hikâyesini dinleyemiyor, güneşin yakamozlara göz
kırpmasını göremiyordu..

16 Ekim 2011 Pazar

YAĞMUR TOPRAĞA DÜŞTÜ..




Roman ve hikaye yazarıydı. Yine bir ödül töreni için gel...mişti İstanbul'a çok görkemli bir gece geçirmiş ödül almanın mutluluğunu yaşıyordu...

Uçağın kalkmasına daha vakit vardı. Susadı kana kana su içmek istedi bu şehirden ayrılırken.Cafeye doğru yürüdü bir masaya ilişti.

_Ne içersiniz?
-Ne alırdınız?

Yağmur başını kaldırdı sesin geldiği tarafa baktı; Karşısında 30-35 yaşlarında uzun boylu atletik yapılı geniş omuzlu kirli sakallı meraklı gözlerle ona bakan delikanlıyı gördü,göz göze geldiler bir an.

_Ne alırdınız ??!!
_Şey… bir nescafe rica edeyim.

Soluğu kesilmişti Yağmur’un içinde şimşekler çaktı hava birden karardı gökyüzü ile toprak birleşti yağmur toprağın üstüne serdi kendini,toprak kana kana içti yağmuru toprağın bedeninden çıkan o dayanılmaz koku sardı her tarafı,şimşekler ardı ardına patlıyor ortalığı kah aydınlatıyor kah karartıyordu.

_Buyurun nescafenizi

YAĞMUR RÜYADAN UYANDI
.Her şey normaldi aslında peki o neydi gördüğü..?? İçindeki duygularının anlaşılmasından korkarak gözlerini kaldırıp bakamadı…
_Teşekkür ederim.

Genç adam,
nazikçe bıraktı nescafeyi masanın üstüne.Kahvesinin dumanı buram buram tütüyordu.Yağmurun gözleri dumana daldı.,duman bir sağa bir sola sallanıyordu. Cafede Hafiften Aşkın büyüsü tango vals müziği çalıyordu . Dumanın biri Yağmur digeri oydu adını bile bilmediği o .Başladılar dans etmeye ‘mazi kalbimde yaradır’ çok büyük zevk ve mutluluk duydu bu danstan. Bedenini aşkın büyüsü sardı.

zamanı algılayamadı.

_Neden içmediniz,soğuk mu yeniden getireyim?

Göz kapakları agırlaştı bakamıyordu, sonra kaçamak bakışlarla baktı ona .Saçları hafif hafif esen
rüzgarda dalgalanıyordu bedeni dik estetik. Fincanları bir tutuşu vardı ki Yağmur kendi bedenini onun ellerinde olduğunu gördü okşuyordu onu sevgiye susamışçasına aşk'a hasretle sen benimsin bende seninim diyordu.

_Buyrun kahvenizi
_ Teşekkür ederim ikinci kez zahmet ettim size.
_Yo ne zahmeti zevkti benim için
_Şeyy adınız ne ?!!
_Toprak
_TOPRAK mııı???
_Evet
_Nasıl olur benim en çok sevdiğim isim bu.. TOPRAK
..Şaşkındı ağzından dökülen kelimeleri duymuyordu.
_Ya sizin adınız? Affedersiniz sormamalıydım beklide;
_Yağmur,benim adım
_!!!!
_Yağmur.

Gözgöze geldiler ruhlarının .. derinliklerine indiler birbirlerinin, orada yanmayı ,yok olmayı ateşlerde yürümeyi bekleyen aşka susamış iki yürek vardı...

Tebessüm etti genç adam, gözleri sevgi ile parlıyordu sımsıcacık bakıyordu ,dudaklarının kenarındaki gülüş davetkardı titriyordu, yanlış bir şey söyleyip onu kaybetmek istemiyordu..,burnunun delikleri hafif hafif açılıp kapanıyordu.Birşey söyleyecek ama söyleyip söyleyememe kararsızlığı vardı yüzünde.Çok heyecanlıydı..
_söyle Toprak ne söylemek istediğini,

_Kurumuş topragın yağmura çook ihtiyacı var biliyor musunuz ?

Saçının telinden ayak parmgına kadar titredi Yağmur yanakları kızardı ne diyecegini bilemedi.Hemen çantasından öykü kitabını çıkardı.Yağmurdan susamış Toprak’a diyerek imzaladı ona uzattı.

Belkide büyük bir aşkın başlangıcıydı bu...Bir mumun alevinde birlikte erimek istediği kişiydi...

Arkadaşları çağırıyordu Yağmur’u
_Uçağın kalkmasına az zaman kaldı....Haydiiii Yağmurr
Nevval Tabak..

15 Ekim 2011 Cumartesi

TAŞ

Taş deyip geçmeyin. Taş öyle çok manaya gelir ki şöyle bir düşünürseniz.

Önce taş bir kaya parçasıdır. Büyüklü küçüklü olabilir. Kayalardan kopmuş taş olmuşlardır.

Bir sapana takılıp kuş avlar çocuklar mahallede. Silah olmuştur taş eski devirlerde.
Kızınca birisine taş atarsınız hışımla, Ya da taşlama yaparsınız sivri dilinizle. Azarlamak için, konuşma arasında kinaye olarak. Karşılıklı taşlarsınız birbirinizi.
Kumaşı da taşlarsınız taşlanmış kot, taşlanmış ipek, taşlanmış deri vardır giysilerimizin arasında.

Taş devri vardır tarihe geçmiş bir çağdır. İnsanlar taşları sivriltmiş silah yapmışlardır o devirlerde. Yontma taş devri. Kayaları oyup mağara yapmışlar, içinde barınmışlardır. Son senelerde filmlere konu bile olmuştur taş devri.
Birde taş gibi kadınlar vardır ki cidden taş gibidirler.

Kaç yaşında olurlarsa olsunlar, kuvvetli sağlam, dip diridirler aynen taş gibi. Güzel manasına da gelir çoğu kez.
Taştan ekmeğini çıkarır kimisi, öyle; Zorluklar karşısında yılmaz, uğraşır uğraşır başarıya ulaşır en sonunda.

Taşın suyunu çıkarır bazıları, öyle kuvvetlidir ki.’’sıksa taşın suyunu çıkarır’’ denir.
Taş gibi su; var dır ki içimi zordur, içtiniz mi midenize oturur hazımsızlık çekersiniz.
Taş yürekli oldu mu insan ne kadar emek harcarsanız harcayın nafile o yüreğe giremez siniz bir türlü. Sert mi serttir. Merhamet bilmezler, anlayışsızların başta gelenleridir.
Taş gibi sağır olur kimileri de. Başlarında borazan çalsa duymazlar.
Taş gibidir bazıları duygusuz, umarsız yaşarlar bu dünyada.

Taş gibi yerinden oynatamazsınız, taşlaşmışlardır oturdukları yerde.
Taş gibi iradesi vardır bazılarının. Asla yenik düşmezler duygularına. Hiçbir kuvvet o iradeyi alt edemez.
Taş kesilir insan konuşamaz susup kalır bazen. Bakar sadece donmuştur birden, duyguları yok olmuştur adeta bir olay karşısında.
Taş gibi soğuk insanlarda vardır ki, bir türlü yanlarına yanaşamazsınız. Ne sizi anlamak isterler, ne de onları anlamanız için size izin verirler.

Ya ne demeli taş beyinlilere, asla anlamazlar sizi. Taş kafalılardır boşuna uğraşırsınız bir şeyler sokmak için kafalarına. Aptallıkları arşıâlâya çıkmıştır onların.
Taş plaklar vardı bir zamanlar, ne kadar güzeldi. Nostalji yaşamak isteyenler
bulunmaz bir fırsattır.
Şarkılara konu olmuştur.’’Fincanı taştan oyarlar’’gibi. Acaba cidden taştan mı oyarlardı fincanları?

Taş oyunları vardır. Beş taş oynar çocuklar.
Taş denir okey oyununa da birçok yerde. ‘’haydi, taş oynayalım’’ misali
Taştandı bir zamanlar un değirmenleri.
Taştandı kahve dibekleri. Havan elleri de taştan yapılırdı bir zamanlar.
Taşlanır Arafat Dağı da hacılar tarafından.

Taşlanırdı kötü yola düşmüş kadınlar birçok Müslüman ülkelerinde.
Heykeltrajlar da taşları yontarak ölümsüz eserler yapmışlardır ve de yapacaklardır bu dünyaya hediye olarak.
Taş bebekler vardı bir zamanlar. Çok güzel biblolardı, evleri süslerdi.
Taş Bebek ’’Gönül Yazar’’ünlü bir sanatçımızın lakabıdır.
Taş la örülürse duvarlar, dışarısının ne sıcağın, ne de soğuğunu hissedersiniz.
Yollar taş döşenir, Arnavut kaldırımı, parke taşı gibi.
Bursa’nın ufak tefek taşları… konu olmuştur şarkılara.

Taş aynalar vardı bir zamanlar.
Kadınların vaz geçemediği yarı kıymetli taşlar(yakut, safir, zümrüt…) ve kıymetli taşlar vardır. (pırlanta, elmas) gibi işlendikçe kıymetleri artan.
Birde ;
Ya çakıl taşları onlara ne demeli. Ne kadar güzeldirler, elinize aldınız mı?
Bırakamazsınız bir türlü. Hayatın törpülediği olgun bir insan gibi, her yönü törpülenmiştir suyun ahengiyle bir bütün olmuşlardır. Yuvarlanırlar avuçlarınızda.
.
Eğer ki illaki Taş olacağım diyorsanız; Hiç olmazsa çakıl taşı olunuz.
Sevgi ve ışıkla kalınız.
Meriç Yoldaş Hiçyılmaz

13 Ekim 2011 Perşembe

Bir hikaye..

 
Bugün romantik tarafımdan kalkmışım. Şimdi size bir hikâye anlatacağım. Bakalım sizin hayatınızla ne kadar örtüşüyor. Aman sakın panik olmayın.

Bir zamanlar bir kadına ilgi duyan bir adam varmış. Aslında başlangıçta sadece diğer kadınlardan biriymiş. Fakat onunla beraber zaman geçirdikçe ve onu tanıdıkça çok farklı duygular hissetmeye ona bağlanmaya başlamış.

Ama bir problem varmış. Ona karşı hisleri giderek güçlenirken kendini daha kötü hissediyormuş. Çünkü hem ona hislerini açıklayamamış hem de onun kendisi ile ilgili ne düşündüğünü bilmiyormuş. Gerçi bazen “Sen benim için önemlisin” “Seni tanıdığım için çok mutluyum” gibisinden şeyler söylemesine rağmen sadece “arkadaşlık” düzeyinde kalmasına üzülüyormuş.

Gerçi vedalaşırlarken normalinden biraz daha uzun süren vedalaşmalar veya ona önemli bir şey anlatırken elini tutmalar oluyordu ama bunlar bir kadının “aşık” olduğunda yaptığı şeyler değildi “arkadaşçaydı”

Adamın korkuları giderek artmaktaydı ve bu yüzden eğer onu öperse ya da arkadaşlık teklif ederse bir daha hiç göremeyeceğini düşünüyordu. Bir süre sonra dayanamayarak ona duygularını açtı ve onun için herşeyi yapabileceğini söyledi. Fakat kadın teşekkür ederek mevcut arkadaşlıklarından memnun olduğunu ve bunun bozulmasını istemediğini, onun için çok değerli olduğunu söyledi.

Acaba onu gerçekten seviyor muydu yoksa oda bir şeylerden korkuyor muydu? Belki kadın uzun dönemli bir ilişkiye hazır değildi? Belki onu sevmiyor ve oyalıyor muydu? Acaba yeterince ısrar etmemiş miydi? Acaba duygularını yanlış mı ifade etmişti?
Aslında onu ne kadar istediğini tam olarak anlatamadığını düşünerek bir hediye ile duygularını anlatan uzun bir mektup yazdı. Ve hiç beklemediği bir şey oldu. Kadın bu mektuba bir tepki vermediği gibi telefonlarına da çıkmamaya başladı.”Seni sonra ararım” vb. geçiştirmelere başvuruyordu.

Takip eden günlerde adam ne olup bittiğini anlamaya çalıştı ve sonuç ayrılmak oldu.
Yukarıdaki hikâyenin üç aşağı beş yukarı sizinde başınızdan geçmiş bir hikâye olabileceğini düşünüyorum.

Bu tipte yaşanmışlıklar bizlere bir şey katıyor mu? Aynı doğrultuda hayal kırıklıklarımızın gelecekte karşımıza çıkacak diğer bulmacaları anlamamıza ve çözmemizi sağlayacağını düşünüyorum.

Burada bir çözüm söz konusu. Kadınların bildikleri ama erkelerin bilmedikleri SIRRI anlamak. Eğer bir kadın bir erkekten hoşlanmadıysa ne yaparsanız yapın onu ilgisini çekemezsiniz. (İstisnalar kaideyi bozmaz.) Hatta bu konuda yapacağınız şeyler işe yaramaz demiyorum hatta işleri daha da kötüleştirirler. Onun koşarak kaçmasına neden olurlar.

Önemli uyarı: Lütfen gelecekte canınızı acıtacak şeyler yapmayın.

Bence insanlar çoğu zaman birbirlerini anlamıyorlar. Biz kendimizce demek istediklerimiz söylerken karşı tarafta kendince anlamak istediklerini anlıyor. Fakat her iki tarafta karşı tarafın kendini kolaylıkla anlayabilecek açıklıkta olduğunu sanıyor.

Arabasının camını açıp müziğin sesini sonuna kadar açıp cadde de gezenlerin vermeye çalıştıkları mesajı, kimlerin bundan etkilenip koşarak arabaya atladıklarını düşünmüşümdür hep. Onların verdiği mesajı kim anlıyor acaba? Biz gençliğimizde arabamız olursa kızların üzerimize atlayacağını düşünürsek, sonuç ne oldu: fiyasko.
Şimdi taktik zamanı. Diyelim ki duygularınızı açıkladınız ve onun sizle ilgilenmediğini öğrendiniz. Şimdi ne olacak?

Öncelikle verdiğiniz hediye veya tutumunuzda bir kadına bunun “bir dönüm noktası” olduğunu hissettirmemeniz gerekiyor. Evet-Hayır gibi bir dönemeç yaratırsanız kaybedersiniz.

Kadınlar erkeklerin ne düşündüklerini çok iyi bilirler. Sizin onu ne kadar çok istediğinizi de bilirler. Hatta bunu en başından beri biliyorlardır. Siz bu durumu dile getirdiğinizde negatif bir atmosfer ve rahatsız edici bir ortam yaratmış olursunuz.

Özetlemem gerekirse şirin şeyler yaparak kadınları ne kendinize benzetebilirsiniz ne de sizinle ilgili duygularını değiştirebilirsiniz. Hatta bu tip şeyler size zarar verir. Biz erkekler bu hatayı sürekli yaparız çünkü bencilizdir.

Yanlış düşünce genellikle şöyle oluyor: Birinden hoşlanırsın – Ona ondan hoşlandığını söylersin – Oda senden hoşlanır. İstisna kaidesi dışında yok böyle bir şey.

Son sözüm şu;

Beğendiğiniz birinin çok üstüne gitmeyin ve yüklenmeyin. Hediye, uzun mektuplar, gizli bir hayrandan düzinelerce gül, 200 tane sms mesajı, 40 kere telefon araması yapmayın. Onun hislerini anlamak için izleyin ve dinleyin. Her türlü işareti anlamaya çalışın. Onu anlamak gerçekten ne istediğini ve sizin ne istediğiniz anlamanız için çok önemli olacaktır.
 

12 Ekim 2011 Çarşamba

YAŞAMAK SERVETTİR KORUMAYI BİL

Kader miydi seni zamansız bana getiren, ya da ben miydim seni beklerken kaderi bahane eden. Senin sevgin mi bana seni özleten, yoksa ben miyim seni böyle umarsızca, sebepsizce seven. Dönüş olmaz bilirsin, gitti artık o giden, arasan da sorsan da yok hiçbir neden.

Ağlayan yalnızlığımda, kirpiklerimin ucundan süzülen gözyaşlarımdasın, gece olup ışıklar sönse de sen ...benim söndüremediğim aydınlığımdasın. Biliyorum ki hep yanımdasın, ama ben seni olmadı göremiyorum, kaybolmaya yüz tutsa da umutlarım ben yine inatla seni arıyorum, buradasın biliyorum!
Görmüyor hiç kimse! Ben yere dökülen gözyaşlarımı toplarken sessizce.
Her damlası gözyaşımın, ya evrenin uzak bir yerinde, ya da kalabalık bir şehirde insanların arasından kayıp gidiyor sessizce.
Bak! Yine mevsim sonbahar, aynen ben gibi yapraklar sararmış dökülmüş her yere, rüzgar da savrulan yaprak misali, anılarla salınıyorum bende biteviye.
Yorgun düşlerde, yağmur bulutlarından süzülen özlemim gibi.

Hayatta yaşanan her şey bir tesadüf mü acaba diye düşünsek de adam sende! Boş ver gel hele otur şöyle sen odanın bir köşesine, ben de diğer köşesine.
Sen o anlamlı bakışlarınla derinden derine süz beni, bende yorgun bedenimle sarayım seni, elimdeki son sigaramda tükenmek üzere, şöyle derin bir iç çekişle salıvereyim gitsin dert de, keder de.

Topla yüreğindeki bütün cümleleri bakışlarında, hasreti dudaklarında, benli çilelerin benli pişmanlıkların bitsin, dilediğince özgürsün artık, sorularının tüm cevabı sessizliğimde saklı belki de inan bilemiyorum bende.
Ama şunu bilmelisin uğurlarken sonsuza seni aklımda senin peşinden sürüklenip gitti, yüreğim de.

Heyyyy uzak, uzak baktığım, gözlerine bakamadan, saçlarını okşayamadan yattığım, bırak bir rüyayı bir cümleyi dahi paylaşamadan uğruna yandığım.
Yokluğunun sancılarını bedenimde sakladığım, hoşçakal hüznüm, yüreğimi adadığım ömrüm hoşçakal.

İşte yine bir sıcaklık yürüdü bak göğsümde, anlıyorum ki! Sen varsın hala benim yüreğimde. Acıyı öğrendim de, sensizliği öğrenemedim. Sen hayattın ben hayatı kaybettim. Hayat dediğin senin yanında yaşanan anlardır, nefesinin nefesime karışmasıdır, aşktır, hayat sevmektir, sevilmektir, hayat gerektiğinde birilerine yardım edebilmektir. Hayatın sana verdiklerini yaşama geçirebilmektir, gerektiğinde gök kuşağının altından geçireceğin hayaller üretebilmektir. Öğrendiklerinizi uygulayabilmektir ve hala hayatın anlamını sizde öğrenemediyseniz!

Yaşamıyorsunuz demektir.
MERYEM ALTINLAYA YAZGAN

Yaşamak fırsattır yararlanmayı bil. Yaşamak güzelliktir, kıymetini bil. Yaşamak mutluluktur, tatmayı bil. Yaşamak rüyadır, gerçekleştirmeyi bil. Yaşamak görevdir, tamamlamayı bil. Yaşamak servettir, korumayı bil. Yaşamak aşktır, sevgidir, keyfini çıkarmayı bil. Yaşamak hüzündür, aşmayı bil. Yaşamak şarkıdır, söylemeyi bil. Yaşamak mücadeledir, kabullenmeyi bil. Yaşamak trajedidir, göğüslemeyi bil. Yaşamak maceradır, göze almayı bil. Yaşamak şanstır, kullanmayı bil. Yaşamak çok kıymetlidir, uğruna savaşmayı bil. Rahibe Teresa

Sesim olabilir misin?


Sesim olabilir misin?
Ey, serin rüzgâr.
Dolaşabilir misin?
Sömürülen ülkemde.
Kavuşabilir misin?
... Kolları kenetli, yoldaşıma.
Olmayacaksan, yüreğimin nefesi,
bırak beni, yalnızlığımın tutsaklığına.
Coşkum olabilir misin?
Ey dere; akabilir misin?
Dicle ile Fırat,
karışabilir misin okyanusa?
Hasretimi, taşıyabilir misin?
Kolları kenetli yoldaşıma.
Olmayacaksan sevgi selim
bırak beni, yalnızlığıma.
Yıkamayacaksan engelleri,
İntikam seli olmayacaksan
İstemem soluk olmayı,
Ölümün beyaz gölgesi
yakalasın beni,
gömüleyim sonsuz yalnızlığıma...

"SEVGİ"




Hiç sabahın erken saatlerinde güneşin suda ki yansımasını ilgiyle izlediniz mi?
Nasıl olağanüstü bir yumuşaklığı vardır ışığın
ve nasıl karanlık sular kımıl kımıldır.

Ağaçların üzerinden gördüğünüz Çoban Yıldızı gökteki tek yıldızdır.
... Hiç böyle şeylerle ilgilendiniz mi?
Yoksa günlük işlere kendinizi öylesine kaptırmış olduğunuzdan
uğraşlarınız daha ağırlıklı bir yer tuttuğu için
bu dünyanın onca güzelliklerini unuttunuz
ya da hiç tanımadınız mı?
Bir kimseyi sevmenin ne demek olduğunu biliyor musunuz?
Bir ağacı, bir kuşu ya da bakıp gözettiğiniz bir evcil hayvanı sevebilir misiniz?
Size hiç bir karşılık vermese,
gölgesinden de yararlanmasanız,
arkanızdan da gelmese,
size bağımlılık da duymasa gene de sevebilir misiniz?

Çoğumuz böyle bir sevgiye kapalıyız,
çoğumuz bu biçimde sevemeyiz
çünkü sevgi bizim için her zaman kaygıyla,
tedirginlikle, kıskançlıkla, korkuyla çevrelenmiştir.
Yalnızca sevip,
sevgiyi orada bırakmak istemiyoruz,
sevip de sevmekle yetinemiyoruz,
sevgimize bir karşılık bekliyoruz.
Bu isteğimizle de başka bir kimseye bağımlı olmuş oluyoruz.
İşte, bunun için sevin ve bununla yetinin.
Sevgi bir tepki değildir.
Eğer siz
"Beni severseniz, ben de sizi severim," diyorsanız
bunun adına ticaret derler, alışveriş derler.

Sevmek karşılık beklememektir.
Ne olur karşılıksız sevmeyi deneyin işte asıl bunun adı "SEVGİ" dir.

11 Ekim 2011 Salı

‎'YAN'' ve ''dayan''


 
 

Karanlık gecelerimi aydınlatan
Yıldızlarımı kim söktü
Nede...n ay karanlığı yırtmıyor
Geceye ne oluyor
Semayı gösteren bu eller kimin
Ürkek ürkek yükselen bu duada ne
Neden sesimi kimse duymuyor.?

Vuslat vuslat içinde inleyen
Hasretin aşkına
Yedi kat yer gök aşkına
Aşıklar, ermişler, Veliler aşkına
ALLAH AŞKINA
Bu zulüm neden.?

Hani bazen diyorum ki;
Patlasa bu volkanlar
Dökse içindeki lâvları dışarı..!
Rahatlasa artık

Mil çekiyorum dudaklarıma
S u s u y o r u m...

İçimden çıkan kor ateşlerin
Etrafı yangın yerine çevireceğinden
K o r k u y o r u m...
Kilit vuruyorum sözlerime

''yan'' diyorum ''yan'' içime..!
Yanardağı patlat içinde
Nereye kadar dayanabilirsen bu zulüme

''YAN'' ve ''dayan''

Neval Tabak

Herşeyi Yarınlara Bırakanlar

 beni dinlemek için biraz zamanınız varmı?
Yoksa bu yazıyıda da mı yarına bırakacaksınız...

Önce, evlendiğimizde hayatın daha iyi olacağına inandırırız kendimizi.
Evlendikten sonra,
... bir çocuğumuz doğduktan,
hatta ardından bir tane daha olduktan sonra hayatın daha iyi olacağına inandırırız.
Sonra, çocuklar yeterince büyük olmadıkları için kızar,
onlar büyüyünce daha mutlu olacağımıza inanırız.
Bundan sonra, ergenlik dönemlerinde çocuklarla uğraşmamız gerektiği için öfkeleniriz.

Kendimize, çocuklarımız bu dönemden çıkınca daha mutlu olacağımızı,
yaşantımızın yeni bir araba alınca,
güzel bir tatile çıkınca,
emekli olunca dört dörtlük olacağını söyleriz.

Gerçek ise, mutlu olmak için şu andan daha iyi bir zaman olmadığıdır.
Eğer şimdi değil ise ne zaman?
Hayatınız her zaman mücadelelerle dolu olacaktır.
En iyisi bunu kabul edip her ne olursa olsun mutlu olmaya karar vermektir.

En sevdiğim sözlerden biri Alfred Souza'ye aittir.
Der ki: "Uzun bir zamandan beri hayatın-gerçek hayatın-başlamak üzere olduğu izlenimine kapılmıştım. Fakat her zaman yolumun üzerinde bir engel, öncelikle erişilmesi gereken bir şey, bitmemiş bir iş, hala hizmet edilecek zaman, ödenecek bir borç oldu. Sonra hayat başlayacaktı. Sonunda anladım ki, bu engeller benim hayatımdı."

Bu görüş açısı, mutluluğa giden bir yol olmadığını görmemi sağladı.
Mutluluk yoldur, öyleyse sahip olduğunuz her anın kıymetini bilin ve mutluluğu özel biriyle paylaştığınız (vaktinizi beraber harcayacak kadar özel) için ona daha fazla değer verin.
Unutmayın, zaman hiç kimse için beklemez.
Öyleyse okulu bitirene kadar,
tekrar okula gidene kadar,
on kilo kaybettiğinizde veya kazanana kadar,
çocuklarınız olana kadar,
çocuklarınız evden ayrılana kadar,
işe başlayana kadar,
emekli olana kadar,
evlenene kadar,
boşanana kadar,
cuma gecesine kadar,
pazar sabahına kadar,
yeni bir araba veya ev alana kadar,
arabanızın veya evinizin borcu ödenene kadar,
ilkbahara kadar,
yaza kadar,
sonbahara kadar,
kışa kadar,
ayın birine veya on beşine kadar,
şarkınız söylenene kadar,
içki içinceye kadar,
ayılana kadar,
ölene kadar
MUTLU olmak için içinde bulunduğunuz andan daha iyi bir zaman olduğuna karar vermek için beklemekten vazgeçin.

MUTLULUK yarış değil, bir yolculuktur.

PARAYA İHTİYACINIZ YOKMUŞ GİBİ ÇALIŞIN.
DAHA ÖNCE HİÇ İNCİNMEMİŞ GİBİ SEVİN.
VE SEYREDEN HİÇ KİMSE YOKMUŞ GİBİ DANS EDİN.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Yaşam Ve Çocuk





Yaşama bir çocuğun gözleriyle bakmak nasıldır düşündünüz mü hiç? Dünyada olup bitenleri onun duygularıyla algıladığı biçimde yorumlamak... Doğayla ve yaşamla kurulan ilişkide onun düşlerinden ve fantezilerinden yola çıkmak. Örneğin; ormanda ya da koruda dolaşırken rüzgârla söyleşmek... Dağın homurdanışını ya da toprağın iniltisini duymak. Mor menekşenin iç çekişini duyup hüzünlenmek. Derelerin, pınarların şarkısına eşlik etmek. Otlarla, böceklerle söyleşmek. Bir köpeğin ıslak gözlerindeki anlamı, bir kedinin keyifli mırıltılarının nedenini düşünmek... Doğadaki canlı cansız varlıkların birbirleriyle ilişkilerindeki uyumu, doğadaki o sonsuz zenginliği ve kendi içinde kurduğu dengeyi, yaşamın bütünselliğini ve sürekli ileriye akışını, yani ‘gidişatı’ anlamaya çalışmak... Kendimizden başka bütün canlıların yaşam hakkına saygı duyup bütün canlılarla doğru, doğal ilişkiler kurabilmek.

İnsan, doğanın bir parçasıdır. Ne var ki, yeryüzündeki serüveni sırasında, geliştirdiği teknoloji sonucunda doğadan uzaklaşmıştır. Büyük çoğunluk, doğadan, yaşamın içsel zenginliklerinden kopuk yaşamaktadır. Oysa yaşamın henüz başındaki çocuk, doğaya hâlâ çok yakındır. Duygu ve düşünceleri; istek ve gereksinimleri doğrultusunda doğaldır ve yalındır. Yaşamak için beslenmeye gereksinimi vardır, bir de güven ve sevgiye. Gereksinimi olan besin kaynakları ve sevgi ise, doğada fazlasıyla vardır. Yaşama tutunmanın, direncin pek çok örneği de... Bu gerçeği, doğadaki bütün varlıkların bir ruhu olduğuna inanan Kızılderililer ya da doğadan kopmamış insanlar bilirler.

Küçük Ağaç, beş yaşında anasız babasız kalmış bir çocuktur. Yarım kan Çeroki olan büyükbabası, yaşadıkları doğal ortam içinde, ona yaşama ilişkin ilk bilgileri verir:

“Büyükbaba bıçağıyla topraktan tatlı bir kök çıkararak kabuğunu soydu, kökten yaşamın sulu kış hazinesi damladı. Büyükbaba kökü ikiye böldü ve büyük parçayı bana verdi.

Yumuşak bir şekilde, ‘Gidişat böyle’ dedi. ‘Yalnızca gereksinim duyduklarını al. Geyik alıyorsan, en iyisini alma. En küçük ve en yavaş olanını seç, o zaman geyik daha güçlü olur ve her zaman sana et verir. Pa-koh, panter bunu bilir. Sen de bilmelisin!’

Güldü; ‘Yalnızca Ti-bi, yani arı, kullanabileceğinden daha fazlasını depolar... Bu yüzden ayı tarafından soyulur. Rakun ve Çerokiler tarafından da... Paylarından fazlasını depolayan ve kendilerini besleyen insanlar için de bu böyledir. Ellerindekini kaptırırlar. Bu konuda savaşlar olur... Uzun konuşmalar yaparak paylarından fazlasını ellerinde tutmaya çalışırlar. Bir bayrağın onlara bunu yapma hakkını verdiğini söylerler... Erkekler, sözler ve bıçaklar yüzünden ölürler, ama Gidişat’ın kurallarını değiştiremezler”

Büyükbaba; kuşaktan kuşağa aktarılarak kendisine ulaşmış olan bu yaşam felsefesini Küçük Ağaç’a öğretir. Yaşama ilişkin aktardığı bilgiler; deneyler ve gözlemler sonucu elde edilmiştir, gerçektir. Büyükbabanın sözlerinde büyük bir bilgelik ve derinlik vardır. Ancak o, bunları son derece yalın ve doğal bir biçimde aktarır, beş yaşındaki çocuğa.

Küçük Ağaç’ın yanına sığındığı büyükbaba ve büyükanne; yüzyıllar önce toprakları aç gözlü beyaz adam tarafından işgal edilen ve kendi topraklarında bir sürgün yaşamı süren Kızılderililerin son temsilcilerindendir. Birbirlerine büyük bir sevgi ve saygıyla bağlıdırlar. Aynı sevgi ve saygıyı doğadaki öteki varlıklara karşı da duymaktadırlar. Büyükanne okumaya tutkun bir kadındır. Kentteki kütüphaneden alınan kitaplar hep birlikte okunur. Böylece Küçük Ağaç, bir yandan yaşamı, yani gidişatın kurallarını öte yandan, insanlığın oluşturduğu bilgi, kültür birikimini öğrenir.

Öğrendikleri arasında, Çeroki’nin geçmişi de vardır. Büyükanne ve büyükbaba ona; Çeroki’nin bir zamanlar özgürce yaşayıp ürettiği bu topraklara hükümet askerlerinin nasıl geldiğini ve onlara bir kağıt imzalattığını anlattılar. Sonra beyaz adam, kendi yazdıklarını unutup uzun bıçaklı silahlarla gelmiştir. Çerokileri sığır sürüleri gibi çembere alıp, güneşin battığı topraklara, kendi deyimleriyle vahşi batının kıraç topraklarına sürmek istiyordu. Çeroki’yi sürgüne götürmek için atlar ve arabalar getirmişti. “Çerokiler’in hiçbir şeyi kalmamıştı. Ama atla gitmeyeceklerdi, yani bir şeyi korudular. Onu ne görebilir, ne giyebilir, ne de yiyebilirdin, ama bir şeyi korudular. Atla gitmeyeceklerdi. Yürüdüler. /.../ Çeroki, dağlarından uzaklaştıkça ölmeye başladı. Ruhu ölmedi, zayıflamadı da. Ruhu çok genç, bedeni çok yaşlı ve hastaydı.

Askerler onların ölülerini gömmek için durmalarına izin vermedi önce. /.../ Arabaların ölülerini taşıyabileceğini söylediler, ama Çeroki ölülerini arabalara koymadı. Kendisi taşıdı.

Yürüyerek. /..../ Koca, ölü karısını taşıdı. Oğul, ölü annesini, babasını taşıdı. Anne, ölü bebeğini taşıdı. Onları kollarında taşıdılar. Ve askerlere bakmak için başlarını bile çevirmediler. Onların geçişini izlemek için yolun iki yanına dizilen insanlara da bakmadılar. Bazı insanlar ağladı. Çeroki ağlamadı. Ağlamasını dışa vurmadı; çünkü Çeroki onların ruhunu görmesine izin veremezdi; arabalara binmediği gibi. Ve bu yüzden o yola Gözyaşı Yolu adını verdiler. Çeroki ağladığı için değil... Yola, Gözyaşı Yolu adını verdiler, çünkü bu ad romantik geliyor ve yoldan geçenlerin hüznünü anlatıyordu. Bir ölüm yürüyüşü romantik değildir, oysa... “

Küçük Ağaç’ın Eğitimi, bir otobiyografik roman. 1927–1979 tarihleri arasında yaşayan Kızılderili yazar Forrest Carter’in doğrudan kendi yaşamını anlattığı bir yapıt. İlk kitabını 45 yaşında yayınlayabilen Carter’in öteki yapıtları da kendisinin ve halkının yaşadıklarına tanıklık ediyor. Küçük Ağaç’ın Eğitimi; yaşama ve doğaya büyük bir duyarlılıkla bağlı Kızılderili ruhunu yansıtıyor. Yaşamı öğrenmeye çalışan bir çocuğun gözleri ve duygularıdır bize yol gösteren. Yalınlık, yaşama ve doğaya beslenen sevgiden kaynaklanan coşku ve duyarlılık, yapıtın özgün anlatımını oluşturuyor. Kitabı okurken bazen hüzünleniyor, bazen gülümsüyor insan; bazen de derin derin düşünüyor.

Yüzyıllar önce; özgürce yaşadıkları topraklardan Amerikalı yerli halkı sürüp çıkaran ve kendi topraklarında yabancı durumuna düşüren yayılmacı beyaz adam; bugün, bütün dünya halklarını tehdit etmektedir. ABD yayılmacılığı; kendi payından fazlasını isteyen bütün açgözlüler gibi, başka ülkelerin topraklarına, zenginlik kaynaklarına el koymak istiyor. Bu yüzden savaşlar çıkarıyor; Balkanlar’da, Afganistan’da, Irak’ta ve bütün dünyayı bir Gözyaşı Yolu’na çevirmek istiyor. O yüzden; Küçük Ağaç’ın Eğitimi’ni, tam da bugünlerde okumak daha bir anlamlı ve gerekli. Her şeye karşın özgürlüğe ulaşmak isteyen insanın o yoğun gücünü bir kez daha duyumsayıp anımsayabilmek için.

9 Ekim 2011 Pazar

Merhaba.

Sonra göreceksiniz ki hayat sizi de seviyor.!
Üzüldüğünüz an şunu düşünün;
bu gün güneşi gördüm ve özgürce sokağa çıktım..
ya da camdan baktım.!
Bunun da değerini bilin.!
Çünkü bunu da yapamayanlar var.!
Ve son söz; insan en büyük kötülüğü yine kendisi kendisine yaparmış...!
Çünkü ektiklerimizi biçiyoruz...!!!
Sevgilerimle...
“bir çiy tanesiydi o”...!
Öylesine temiz ve saf...!
Sevgi dolu...!
Göründüğü gibi hırçın ve delidolu...!
Hep aynı yolda yürüdü... hiç şaşırmadan...!
Halada öyle...!!!"""
 
 
Gerçek duyguların paylaşıldığı,
içten bir "merhaba"nın değerini bilenlerin yeri burası...!
Hep öyle oldu öylede olacak...
Çünkü burası benim dünyam...
Önce kendinizi seveceksiniz...

 
 

Kendi içinde yaralı bir milletiz.

 
Ne yaraya merhem bulmuşuz, nede temizlemek için çare. Her geçen güne lanetler yağdırmak, bizden başka kimsenin işi olmasa gerek bu dünyada. Güzelliklerimizin yerini, kamplara bölünmüşüz ve her geçen yıl yeni bir klan daha ortaya çıkarmışız. Ne garip “dedem derdi…” diye başlayan cümleler on beşinden kırk beş yaşına kadar herkesin diline dolanır olmuş.

Kendimiz gibi düşünmeyenleri “Onlar” diye isimlendirmişiz. Sonrada kendimize “Biz” diye bir isim uydurmuşuz.

Geleceği bilmem ama geçmişe hep küfreden bir millet üretmişiz içimizden. Dövünmüş hatta dövülmüşüz. Yalnız işin garibi kimse “ Hey millet bakın ışık burada “ diyememiş. Bulamamışlık değil aslında bu, aramamışız.

Geleceği bilmem ama kendimi çok iyi biliyorum. Devamlı olarak duyduğum hatta gördüklerim şimdi yine meydanlarda. Kendilerine bazen Milliyetçi bazen Ulusalcı demişler.

Kâh ağladılar karşımızda kâh kükrediler. Kâh dövündüler bizim için, kâh övüldüler. Bazen de küsüp gittiler. Ama yine geri döndüler. Siyaset, meydanlarda bugünlerde, yine aynı sloganlar ile birlikte. Başbakan… Diye bağıran kalabalıklara inat, tüm yüreklerde çaresizlik var aslında, bizde ve onlarda.

Ne garip “ben bu filmi izledim” dediğim insanlar, hayretle ağızlarını açıp bakarken bana, ben devamını anlatıyorum onlara. Bazen seviyorlar beni, bazen taşlıyorlar.
Hele bazılarının kırk yıllık mazisi var memleketimde, kırk yıllık alacaklı gibi her zaman kapısına gelirler evimizin. Hiç eskimezler mi bunlar dediklerim çoktur aralarında. “Son Çare Biziz” diyen ağızlarda biriken köpükler, seçim meydanlarında sıçrıyor suratlara. Ne garip babamda anlatırdı çocuğuna onları, bende çocuğuma anlatıyorum şimdi bunları. Çocukluğumda bildiklerim, hala doğru olamaz, dediğim vakit, bende dedim bende iktidar istiyorum hayatımda. Sonra “Milletin Aslı varken Neden Vekili olayım” diyorum bazen. Geçmişime bakıyorum aynı. Dedim ya gelecek hiç yok benim kitabımda.

Ne olduğunu bilemediğim, bir amansız kavga gibi, birbirlerine her daim her sözü söyleyenleri, tanıyorum bu simaları. Yine geldiler, çalıyorlar kapıları, isteyecekler bizden, ne bıraktılarsa artık son geldiklerinden bu yana. Bir baş soğan bir dilim ekmek, kalan bu, alan almış başından savmış ben yinede bildiğimi okurum derseniz, buyurun kurtlar sofrasına.

Sanmayın, Halil İbrahim sofrası değil bu. Kurtlar sofrası. Bazen boğarlar birbirlerini, bazen de yalar. Ta ki biri yere düşünceye kadar dost kalırlar. Sonra da…

Bilemediklerinde “ Bana bu fırsatı verenlerden “ diye başlayan cümlelerle işi iyi kıvırırlar. Sorsanız “Valla kendileri için bişi istemezler”. Milletin menfaatlerini o kadar el üstünde tutarlar ki “dokunulmazlıklara asla dokunmak istemezler”. Milletin vekili olarak tek çatı altında birbirlerini aklar ve millet vicdanını temsilen beraat ederler. Vekillikleri düşüncede çoğu nedensiz ve de haksız yere mahkemeye düşerler. Aslı astarı olmayan yalanlarla çıkarılırlar salonlara, oradan da hop meydanlara, geri dönerler.

Masalların başları gibi, bir varmış bir yokmuş misali.

Yârim Anadolu; ne İskender takmış ne Şah ne Sultan. Göçüp gitmişler. Çağlara meydan okuyan niceleri gibi. Tek kalan sen olmuşsun burada. Kimin kime ne yaptığını senden daha güzel dile getirecek var mı ki bu dünyada. Kalan sende, geçen sende, korku sende, şefkat sende, güç sende, kudret sende, aşk sende. Mutlu kal her daim, yer gök kaldıkça burada. Hak edene vereceksindir adilce mükâfatı da, cezayı da. İspatı yine sende saklı. İçinde yani bedeninde yani altında üstünde. Yeter ki bakılmasına müsaade et. Etki bedel ödenmeden almak isteyenleri sen, ne hale getirmişsin görsünler.

Ama sevdin mi bir kere, sana sarılandan, daha sıkıca, sımsıkı nasıl sarıldığını da bilsinler.

Ne isterler senden ya da benden. Güç mü, kudret mi. Ver gitsin anasını satayım ver ki sende kurtul bende.

Bir küfrün başına patlasa da… Ver gitsin. Nasılsa, ebedi kalan sen olacaksın.
 

8 Ekim 2011 Cumartesi

Bir Soluk Al..


Bir soluk al yaşamdan, ta ciğerlerine kadar çek nefesini,

nasıl bir güzelliğe sebep olacaklarını o nefeslerin,
anla.
O nefesle,
neler görebildiğine bir bakabilsen.
Adet haline gelmiş bakışlarını o bakışların ardına bir çevirebilsen.
Yaprağı tek görüp, yeşili yarıp, fark edemediğini;
o yaprağın oluşundaki dalları, kökleri, bilemediğini göremediğini,
perde ardında olanları sezemediğini ne zaman anlayacaksın?

Bir soluk al mutluluktan;

Mutluluk donuk, anlık fotoğraflarda değil;
mutluluk, mutluluk oyunu oynamak da değil,
onu yüreğinde, gözlerinde, içinde seyretmektir.

Hiç sabahın ilk ışıklarıyla çiçeklerin üstündeki buğulu damlaları seyrettin mi?
Ya toprağın ilk yağmura kavuştuğundaki saldığı kokuyu,
o kokudaki vuslat sevincini duyamayan sen,
içinde mutluluğu nasıl yakalayabileceksin?
Aslında, ne kadar doğayla bir olduğunu,
toprağında, suyunda senden olduğunu,
o vuslatı senin yaşamanın gerekliliğini hiç düşünmedin mi?

Aklını o soluklarda tekrar al kullan.
Hiç bir şeyi anlamamışa beziyorsun.
Saklıyorsun bir hazine gibi mutluluk kapısının kilidini.
Aç onu.
Vurma kilit.
Yağma et.
Göreceksin ki, fazlasıyla geriye dönecek.
Gönül mahzeninde sakladığın,
icabederse kullanırım dediğin ve kendi belirlediğin mutlulukları yerlere,
üstüne dök ve kendini de çevreni de tutuştur.
Işık saç,
bütün renkleri kullan.

Zamana bak, binlerce yıl geriye,
binlerce yıl ileriye bakabilirsen
ve baktığın yerde de kendinin olduğunu bilebilirsen...
Zaaflarınla, hilelerinle iyiliklerinle, güzelliklerinle, yoğunluğunla korkma.
Örnek al.

Derin bir soluk al tekrar, bak,
o cesareti göster.
Tanımla kendini
inancın; sınırsız, şüphesiz, özgür, bütün güçlükleri yenecek kapasitede olmalı
korkak değil, kendini mutsuz sevgisiz bırakırsan ancak,
karşındaki de mutsuz sevgisiz kalır.
Aşılarsın ona beyninden geçen olumsuzlukları.

Derin bir soluk al ciğerlerine çek bütün havayı
tek bir nefeslikmiş tek bir nefesin kalmış gibi.
Ve sinirlenme,
hiçbir yerden küçük rüzgârlar hissedilmez ama dağlardaki karlar görünür...
O da sistemin ruhunun gösterisidir.
İnsanın küçüklüğünün, büyüklüğünün göstergesidir.

Ruhundaki yaralarla giyinme; ömrünü, mutluluğu, üstüne.
Elbiselerin kirlenmesin, yaşamın lekelerle dolmasın,
temizle onları sevgi antiseptiğiyle.
İyileşsinler, temelden sil onları
yaşamla alay edilmez, o hep galiptir, yaşamla dost olmaya bak.
Kendine tanrılar efendiler yaratma.
Özel tanrıların yerine, bir doğaya baksana.
Yarattığın tanrıların; tabiatının, huylarının, hırslarının neticesi olduğunu anlayacaksın. Sonuç da tek başınasın kalabalıklar arasında.
Diyebilirsen; kendi dünyandan çıkıp hakiki dünyaya,
merhaba de...
Karanlıkla yaşama.

Derin bir soluk al.
Sevgiyi sana kimse bağışlayamaz.
Yaşamını da asla geri veremezler.
Sevgi, hayatla arandaki gerçek bağ, gerçek ilişkidir.
Başka ağlara takılma.
Yaşam mucizesini solukla.
Var oluş hakkını kullan dünya planındaki.
Cesaretle öfkesiz kuşkusuz basiretini özünü kalkan yap savun kendini,
soluklarını kuvvetlice alarak.
Kendini, mutluluğunu kemirtme etrafa.
Bir çınarın kuvvetle tutunduğu gibi doğaya;
sen de yaşama tutun sevinçle.
O öyle bir mucize ki asla inkâr edilemez.

Soluklan derin derin.

İçinden bak, gözbebeklerinle bak.
Yaşamla işbirliği yap, barış imzala.
Bak kuşlar yine aynı ötüyorlar.
Kimi baş şişirdiğini düşünür kimi serenat yaptığını,
kimi de çiçeklere olan aşkını.
Sen sonuncuyu bul kulaklarınla.

Kuş yuvasındaki minik kuş yavruları gibi teslimiyetle yaşama sarıl.
Verilenleri kabul et.
Ömür anne seni besler.
Yeter ki sen ağzını aç, işte.
Yaşam bir şiirdir.
Sen insanca bestele onu.
Besten buram buram sevgi,
insan koksun.
Bilmeseler de fark eder yürekler sevgi tınısını.
Bahar bahçelerinin kokusunu.

Derin bir soluk al.

Her an yeniden başla sevgiye, sevince;
yaşadığını hisset güneşte, suda.
Onlar yaşarsan var, görürsen var.
Hepsi de soluklarında.
Neticede yaşam ilk aldığın solukla son verdiğin soluk arasında.
Bu iki soluk arasında insan insanca bakmalı,
insanca yaşamalı, insanca kokmalı, bütün ritimleri.

Müziği yaşamına sokmalı.

Derin bir soluk al sabahları,

Yaşama atıl cesurca.
Olumsuzlukların; olumlu olayların habercisi olduğunu,
gerçeğe giden yol olduğunu bil.
Ruh kabızlığının sıkıntısını çekme.
O zaman mutluluk hırsızı olursun.
Coşkuyla yaşamın kucağına atıl,
onu beşik olarak kabul et.
İnsanlığı yetiştiren bir beşik.
Yaşamın çığlıklarını duymazsan, çağrısını doğadan algılayamazsan,
tek yere, tek yöne takılırsan,
çözebilir misin yaşamın gizemlerini?
Bir bütünün parçasısın, bu bütünde sen varsın...
Bu bütüne, tümel akla erişmeye çalış.

Bir soluk al...

Derince...
İçinden yaşamaya bak, dışına özünü vur...