24 Temmuz 2012 Salı

Her insan kendi adasında yaşar,



 

Her insan kendi adasında yaşar, ya da kurbağalar gökyüzünü kuyunun ağzı kadar zannedermiş…
 Eski zamanlardan birinde, soğuk kış gününde pek çok hayvan, en çok da kirpiler soğuktan kırılır çünkü kirpilerin onları soğuktan koruyacak kürkleri yoktur. O soğuk günlerin birinin sabahında, birbirlerinin vücut ısısından yararlanmayı düşünürler. Çok sayıda oklu kirpi, donmamak için birbirine bir hayli yaklaşır. Biraz zaman geçtikten sonra oklarının farkına varırlar, canları acır ve ayrılırlar. Böyle olunca da üşümeye başlarlar ve birbirlerine tekrar yaklaşırlar. Oklar birbirlerini rahatsız edince yine yaklaşırlar.

Soğuktan donmak ve batan okların acısı arasında yaşadıkları ikilem, aralarındaki uzaklık, her iki acıyı da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya kadar sürer.

Aslında tıpkı insanlar gibi…

İnsanları bir araya getiren de herhangi bir nedendir. Üstelik kendilerine dönük bir nedendir bu. İlk önce iç dünyalarının boşluk ve tekdüzeliğini ortadan kaldırmak için bir araya gelirler. Birbirlerine ters gelen özellikleri ve tahammül edemedikleri hatalar ise onları birbirlerinden uzaklaştırır. Sonunda bir arada var olabilecekleri bir sınır oluşturur. Bu sınır, nezaket ve görgünün belirlediği ortak noktadır. Hatta bu uzaklıkta duramayanlara “mesafeni koru” tabiriyle yanıt verilir. Bahsedilen sınır, çevrenin sıcaklığını hissetme arzusunun kısmen karşılandığı yerdir. Üstelik bu noktada okların acısı da hissedilmez. Bir de, kendi iç sıcaklığı yeterince yüksek olanlar, diğerlerine sıkıntı vermemek ve sıkıntı çekmemek için, topluluklardan uzak durmayı tercih ederler.

İnsan, kendi tohumunda da bulunan sosyal birliktelik refleksiyle, diğeri olmadan yapamaz. Bir taraftan da kendi gibi düşünene tahammül edemez. Kendinden uzaklaşana ise hiç tahammül edemiyor. İnsanın bu konuda bir kirpi kadar bile olmadığını söylemeyebiliriz. Bu noktada, hayat için bir soru aklıma geldi.

“Biz insanlar kendimize ne kadar tahammül edebiliyoruz?”

Modern dünyanın getirdiği kurallar, insanı tabiri caizse bir fanusa hapsetti. Bu bir iç hapishane. Artık dünya gerçek hapishaneyi insanın içinde yaşatıyor. Başarı hırsı, aşırı rekabet, sabırsızlık, isteme, elde etmek için gerekirse acımama, bu yenidünyanın kuralları. Öyle ki, her şey sizinle başlıyor. Güç hep içinizde dolaşıyor; limit siz oluyorsunuz; şimdinin gücü, yarının gücü gibi. Her şey bize yaşatabilir bir umut aşılıyor. Toplumun sağladığı koşullu özgürlük ortamında, insan mutluluğu arıyor. Özgürlük peşinde koşuyor.
Özgürlüğün kaybolan bir kavram olduğu bu garip zamanda, ne yazık ki bizler koşullu özgürleriz. Cep telefona atılan kısa bir mesaj ya da sosyal iletişim sitelerinde bir tanıdığını göstermek, özgürlüğün yeni tanımı durumunda. Sanırız, prangalar artık ayaklarımızda değil zihnimizde. Farkındalık ve olgunluktan uzaklaşıyoruz. Huzur, gitgide küçülen bir kavram oluyor. Çekingenleşiyoruz. Diğerine yaklaşmaktaki sıcaklık beklentimiz, belki de umudumuz azalıyor. Kirpi hastalığı ya da kronik yalnızlık mı desek adına?

Belkide; “Fanustaki insanın dramı, iki kirpi arasındaki ilişkide başlıyor…”

Fanus canlıların yaşam alanı değilse, hatta bir balığı bile yaşatmıyorsa, biz dünyayı nasıl ve belki de niçin fanusa çeviriyoruz. Bu bir esaret değil mi? Evet, tam bu satırları okuduğunuz sırada sizlerinde düşüncelerini öğrenmek istiyorum.

Bu esaretin bedeli bir insan için tam olarak nedir?...


Sevgilerimle…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder