5 Ağustos 2012 Pazar

Anlamadın mı?


İçindeki derinliğe doğru yaptığın yolculuklar kendini tanına yardımcı olur. Bu sohbetimizde gerçekte sana ait olmayan dış dünyadan etkilendiğin, bir başka doğmadan söz edeceğim. Umarım bugünden sonra bu doğmayı da tarihin derinliklerine gömeceksin.

Esas teslimiyet içimizde gerçekleşir. Asıl teslimiyet bir gevşeme, bir güvendir. Dilbilimsel olarak teslimiyet, birine teslim olmak demektir, ruhsal olarak teslimiyet güven, gevşeme demektir. Bir davranıştan ziyade bir yaklaşımdır. Güven yoluyla yaşarsın.

Anlamadın mı? Hemen açıklayayım. Nehre gittin ve yüzüyorsun. Ne yaparsın? Suya güvenirsin. İyi bir yüzücü o kadar güvenilir ki adeta nehirle bir olur. Mücadele etmez, suya tutunmaz, kaskatı ve gergin değildir. Kaskatı ve gerginsen boğulursun, ruhsal nehir sana özen gösterir.

Bu yüzden ne zaman biri suda ölse, cesedi suyun üzerinde yüzer. Bu bir mucizedir. Hayret verici! Kişi canlıyken yüzme bilmediği zaman suya batar, ama öldüğünde suyun üzerinde yüzer. Ne oldu? Ölü insan nehir hakkında yaşayan insanın bilmediği bir sırrı bilir. Yaşayan insan mücadele ediyordu. Nehir düşmandı. Korkuyordu, güvenemiyordu. Fakat ölü insan hiçbir gerilim olmadan tümüyle gevşemiştir: Birden beden yüzeye çıkar, nehir gerekeni yapar. Ölü bir insanı hiç bir nehir boğamaz.

Güven, savaşmıyorsun demektir. Teslimiyet, hayatı düşman değil dost olarak görüyorsun demektir. Bir kez nehre güvendin mi, birden tadını çıkartmaya başlarsın. Muazzam bir zevk ortaya çıkar: su sıçramak, yüzmek ya da sadece suyun üstünde kalmak ve dalmak, kısacası nehirden ayrı değilsindir, birleşirsin, bir olursun.

Teslimiyet, aynı iyi bir yüzücünün nehirde yüzmesi gibi yaşamak demektir. Hayat bir nehirdir. Mücadele edilebilir ya da suyun üstünde yüzebilirsin, nehri itebilirsin ve akıntıya ters gitmeye çalışabilirsin ya da nehirle birlikte akabilirsin ve nehrin seni götürdüğü yere gidebilirsin.

Teslimiyet birine karşı değildir, sadece bir yaşam biçimidir. Teslim olmak için Tanrı’ya ihtiyaç yoktur. Teslim olmak için Tanrı’ya inanan dinler var, Tanrı’ya inanmayan dinler de vardır- ama bütün dinler teslimiyete inanır. Budizm ve Caynacılık bir Tanrı’ya inanmaz, ama bunlar dindir. Hıristiyanlık, İslam ve Sihizm Tanrı’ya inanır. Bunlarda dindir. Hıristiyan Tanrı’ya teslimiyeti öğretir: Tanrı, teslim olmak için bir mazerettir sadece. Tanrı’ya inanmaya gerek yok –hemen kızıp öfkelenme sözümün bitmesini bekle-. Aslında İNANÇ kelimesi çirkindir; güveni göstermez. İnanç neredeyse güvenin tam tersidir. İnanç kelimesi (Belief) kelimesi lief kökünden gelir. Lief arzu etmek, istemek demektir. Konuyu biraz daha açayım. “Merhametli Tanrı’ya inanıyorum” diyorsun. Tam olarak ne diyorsun? “ Keşke merhametli bir tanrı olsa” diyorsun. “İnanıyorum” dediğin anda, “Şiddetle arzu ediyorum” diyorsun ama bilmiyorsun.

Biliyorsan, inanç söz konusu değildir. Burada ki ağaçlara inanıyor musun? Her sabah doğan Güneş’e inanıyor musun? Yıldızlara inanıyor musun? İnanç söz konusu değildir. Güneş’in orada olduğunu, ağaçların orada olduğunu bilirsin. Kimse Güneş’e inanmaz; inansaydı deli olduğunu söylerdin. Birisi gelip “ Ben Güneş’e inanıyorum” deseydi ve seni de değiştirmeye çalışsaydı “ Sen delirmişsin!” derdin.

Bir hikâye: Bir hanımefendi Leydi Lewis, ABD’leri tarafından İtalya’ya elçi olarak atanır. Yakın zamanda Katolik olmuştu ve elbette insanlar din değiştirdiklerinde çok hevesli olurlar. Kiminle temasa geçse onu Katolik yapmaya çalışıyordur.

O elçi İtalya’ya gittiğinde papayı görmeye gider. Uzun tartışma bitmez bilmez, bir basın muhabiri konuşanları duyabilmek için usulca yaklaşır. Papa kimseye bu kadar zaman ayırmamıştır ve tartışma son derece hararetli ve ateşli gözüküyordu.

Muhabir kulak misafiri olduğu konuşmada Papa çat pat İngilizcesiyle “Hanımefendi, beni anlamıyorsunuz. Ben zaten katoliğim”

Eğer biri gelir ve sana “ Güneş’e inan” derse, “Ben zaten güneş’e inanıyorum, endişen olmasın” diyeceksin – çünkü biliyorsun.

Biri Sri Aurobindo’ya, “ Tanrı’ya inanıyor musun? Diye sormuş. “ Hayır” diye yanıt vermiş.

Elbette soruyu soran şoke olmuş. Çok uzaklardan, Almanya’dan gelmiş ve hararetle Tanrı’yı arayan bir insan olarak çok şey umut ediyormuş ve bu adam ifadesiz bir şekilde sadece hayır demiş. “ Fakat ben onu bildiğinizi zannediyordum” . Evet, onu biliyorum, ama ona inanmıyorum” demiş Aurobindo.

Biz kez bildiğinde, inancın ne anlamı var? İnanç cehalettir. Biliyorsan bilirsin. Ve eğer bilmiyorsan, bilmediğini bilmekte iyidir. İnanç seni aldatabilir. İnanç zihninde bilmeden bildiğini düşünmeye başladığın bir hava yaratabilir. İnanç güven değildir ve tamamen inandığını ne kadar kuvvetli söylersen içinde ki şüpheden o kadar korkarsın.

Güven şüphe bilmez, inanç şüpheyi bastırmaktan başka bir şey değildir; bir arzudur. “Tanrı’ya inanıyorum” dediğinde, “Tanrı’sız yaşayamıyorum. Bir Tanrı kavramı olmadan, ölümle kuşatılmış bir karanlığın için de var olmak çok zor olurdu” diyorsun. O kavramın tek faydası var. İnsan yalnız hissetmez, korunmasız, güvencesiz hissetmez- inancın nedeni bu.

Mantin Luther, “Benim Tanrım büyük bir kaledir” diye yazmış. Bu söz güvenen bir insandan gelmiş olamaz. “Benim Tanrım büyük bir kaledir” mi? Martin Luther savunmadan görünüyor. Tanrı bile yalnızca seni koruyacak, seni güvende hissettirecek bir kale mi? O zaman korkudan kaynaklanıyor. “Tanrı benim en büyük kale’mdir” düşüncesi durmadan doğar, sevgiden değil. Güvenden doğmaz. Bu söz derin korku ve şüphe içeriyor.

Güven basittir, aynı bir çocuğun annesine güvenmesi gibi. O güvenin nedeni çocuğun inanması değildir, inanç henüz başlamamıştır. Bir zamanlar sende küçük bir çocuktun. Annene inandın mı, yoksa ona güvendin mi? Şüphe oluşmadı, öyleyse inanç meselesi ne oluyor. İnanç ancak şüphe başladığı zaman gelir; şüphe önce gelir. Daha sonra, şüpheyi bastırmak için bir inanca tutunursun. Güven şüphenin ortadan kalkmasıdır, şüphe olmadığında güven vardır.

Örneğin nefes alıp veriyorsun. Nefes alırsın, sonra nefes verirsin, soluğunu dışarı verirken korkuyor musun? Kim bilir, gelebilir de gelmeyebilir de. Güvenirsin. Geleceğine güvenirsin. Neden geri gelmesi gerekiyor? En fazla geçmişte hep öyle olduğunu söyleyebilirsin ama o da garanti değildir. Soluğunu tekrar gelmeyebilir diye dışarı vermekten korkuyorsan, nefesini içinde tutacaksın. İnanç budur; yapışmak, tutunmak. Fakat nefesini içeride tuttuğunda, yüzün moraracak ve boğulduğunu hissedeceksin. Ve bunu yapmaya devam edersen öleceksin.

Bütün inançlar boğar ve bütün inançlar gerçekten hayatta olmamana yardım eder. Varlığını donuklaştırır.

Nefes verirsin, yaşama güvenirsin. Budistlerin nirvana kelimesi basitçe nefes vermek, soluğunu dışarı vermek, güvenmek demektir. Güven çok ama çok masum bir olaydır. İnanç kafadan gelir, güven kalpten gelir. Kişi sadece yaşama güvenir, çünkü sen yaşamdan doğdun, yaşamın içinde yaşıyorsun ve yine kaynağa döneceksin. Korku yoktur. Doğarsın, yaşarsın, öleceksin; korku yoktur. Yeniden doğacaksın, yeniden yaşayacaksın, öleceksin; bu bir çarktır. Sana hayat veren yaşam, daima daha fazla yaşam verebilir, öyleyse korkunun anlamı ne.

Neden inançlara yapışırsın? İnançlar insanın işidir. Güven Tanrı’nın işidir. İnançlar felsefidir, güvenin felsefeyle ilgisi yoktur. Güven basitçe senin, sevginin ne olduğunu bildiğini gösterir. Bu, Cennet’te bir yerde oturan ve idare eden, yöneten Tanrı’yla ilgili bir kavram değildir. Güvenin Tanrı’ya ihtiyacı yoktur.: Bu ölümsüz yaşam, bu tamlık yeter de artar bile. Güvendiğinde gevşersin. O gevşeme teslimiyettir.
Hz. Muhammed her akşam gün içinde topladıklarını dağıtırdı. Hepsini! Ertesi güne tek bir pai bile saklamazdı, çünkü “Bugün veren kaynak bana yarında verecek. Bugün olduysa, yarına neden güvenmeyeyim? Neden saklayayım” derdi.

Fakat ölüm döşeğindeyken çok hastaydı ve karısı endişelendi: gece yarısı bile doktor gerekebileceği için o gece beş dinar sakladı. Korkuyordu. “ Kimse bilmez. Gece çok hastalanabilir ve ilaç gerekebilir. Gecenin köründe nereye gideceğim? Doktor gerekebilir ve parasını vermek zorundayız.” Hz Muhammed’e hiçbir şey söylemeden beş dinarı sakladı.
“ Gece yarısına doğru Hz Muhammed gözlerini açtı ve “ Etrafımda bir güvensizlik hissediyorum. Bir şey saklanmış gibi.”
Karısı çok korkmuştu ve “Beni bağışla, ama gece bir şey gerekebilir diye beş dinar sakladım” dedi.
“ Git onu birine ver” dedi Hz. Muhammed.
“ Gece yarısı kimi bulacağım?” dedi kadın.
“ Sadece dinle “ dedi Hz. Muhammed “ ve huzur içinde ölmeme izin ver, yoksa suçlu, Tanrıma karşı suçlu hissedeceğim. Bana soracak olursa, son anda güvensizlik içinde öldüğüm için utanç duyacağım. Git!”
Kadın dışarı çıktı, inanmadan elbette, ama orada bir dilenci duruyordu.
Geri döndüğünde Hz. Muhammed, “Bak, o iyi idare ediyor ve eğer bir şeye ihtiyacın olursa, bağışta birisi kapının dışında duruyor olacak. Endişelenme” dedi.
Sonra battaniyesini çekti ve Allah’ın rahmetine göçtü.

Bir şeye yapışmak, her ne olursa olsun, güvensizliği gösterir. Bir kadını veya bir erkeği seviyor ve sıkıca tutuyorsa, bu sadece güvenmediğini gösterir. Bir kadını seviyor ve “Beni yarında sevecek misin?” diyorsan, güvenmiyorsundur. Evlenmek için nikâh dairesine gidiyorsun, güvenmiyorsun. O zaman sevgiden daha çok nikâh dairesine, polise, kanuna güveniyorsun. Yarına hazırlanıyorsun. Yarın bu kadın veya erkek seni aldatmaya kalkarsa ya da yüzüstü bırakırsa, mahkemeden ve ya polisten destek alabilirsin ve kanun senin yanında olacak, bütün toplum seni destekleyecektir. Düzenleme yapıyorsun korkuyorsun.

Fakat eğer gerçekten seviyorsan, sevgi yeterlidir, hem de fazlasıyla. Yarın kimin umurunda? Fakat derinlere şüphe vardır. Aşık olduğunu düşünürken bile şüphe vardır.

“Kendine ışık ol”. Yaşama teslim olduysan, kendine ışık olmuşsundur. O zaman yaşam seni yönlendirir. O zaman hep aydınlanma içinde yaşarsın” Kendine ışık ol” derken kimseyi takip etmemeni, kimseye tutunmamanı söylüyor. Açık, korunmasız ol, ama kendi başına kal. Hatırla benim hakikatim senin hakikatin olamaz, benim ışığım senin ışığın olamaz. Hakikat, ışık senin içinde yanacak onu kendi içinde uyandırmak zorundasın. Hakikat ödünç alınamaz, aktarılamaz, çünkü o bir mal değildir.

Sє√qiLєrim'Lє..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder