17 Ekim 2011 Pazartesi

İzmir Pasaport’ta Bir Gün.

Griye çalıyordu gökyüzü deniz durgundu.
Hafiften esen meltem yaşlı adama yaşama sevinci vermişti.
Koştu birdenbire, sallanan teknelerin önünde durdu.
Yüzünü semaya döndü, kollarını açtı dünyayı kucaklarcasına.
İçinden mutluluk fışkırıyordu. Torunları da arkasından koşup geldi.
Eğildi, siyah saçları kısacık kesilmiş iki kız çocuğunu
kucaklayıp ‘’bunlar benim kalp atışlarım’’diyerek her
birini gözlerinden öptü.

Teknelerin yosunlar dolanmış babalara bağlanmış iplerinin gölgeleri

denizde raks ediyordu.
Kordon boyundaki kaldırımlar kırmızı beyaz taşlarla,
helezoni bir şekilde döşenmişti. Deniz kıyısı tahta sandalyeler
ve masalarla doluydu. Renk renk tenteler bir türkü tutuşmuş
kendi âlemlerindeydi.

Zarafet timsali olan, sarı boyalı Pasaport İskelesi;
kendisini denize bırakmış, kemerli pencereleriyle tarihi seyre dalmıştı.
Kâffelerden yükselen musiki küpeştelere vuran dalga sesiyle

birlikte güzel bir armoni oluşturuyordu. İnsanı baştan çıkaran
çay kokusu ile iyot kokusunun karışımı sizi alıp uzak bir zaman
diliminde bırakıyordu.

İki beyaz beygirin çektiği talikadaki delikanlı yanındaki kıza sarılmış,

sanki aşkı terennüm eden sözcükler fısıldıyordu.
Arkasından gelen kahverengi atların çektiği kırmızı tekerli,
siyah Karaço da ki renkli fenerler ve atların koşullarındaki
çarpanalar insanı adeta büyülüyordu.
İçine kurulmuş gelin ve damat el ele tutuşmuşlar kahkahalar atıyorlardı.
Kenarda balık avlayanlar; keyifle oltalarını durmadan daha uzaklara

atmak için birbirleriyle yarışıyorlardı.

Çizgili gömleğinin kolları cepkeninden görünen kaytan bıyıklı delikanlı,
elindeki Oltu taşından tepsiyle durmadan voltalı yordu.
Sırtındaki çantası ile sanki koşuya çıkmış mor tşörtlü kız

nefes nefese bir yerlere yetişmeye çalışıyordu.
Menopozlu birkaç kadın ritmik adımlarla yürüyüşe çıkmışlardı.
Bir grup özürlü arabalarıyla eylem hazırlığı içinde toplanıyor,

Kordon boyunu turlamak için sabırsızlanıyorlardı.

Özürlülerde özgürce yaşamalıydı bu şehirde.
Kendilerine yol yapılmalı, kaldırımlara rahatça çıkabilmelilerdi.
Bu onların en tabii hakkıydı.
Bisikletli çocuklar hızla gelip geçiyor, arabalar parke taşlarının
sarsıntısını en aza indirmek için çok yavaş ilerliyorlardı.
Fal bakan şişko Çingene, kocaman göbeğinde zor duran

şalvarını bir yandan çekiştirerek sırnaşıkça ‘’abla bakim bi falına, sana yoldan gelen güzel bir kısmet var.

At şuraya gönlünden ne koparsa güzel gözlüm.’’ diye söylenerek
yanınızdan ayrılmak istemiyorlardı.
Arkasından gül satan başında oyalı yemenisiyle güzel genç kadın,
gül satabilmek için dökmediği dil kalmıyordu.
Hayat bu; yaşamak için neler yapıyordu insanlara.

Beyaz el arabalarında Şambali satanlar, gevrekçiler, boyoz diye
bağıranlar, keten helvacılar, çerez satanlar sanki resmigeçitteydiler.
Karşı restoranda yelkencilerin yemeklerin emekleri vardı.

Yandaki kâffede maç için gelmiş bir grup telaşla bekleşiyorlardı.
Kordon Boyu bir telaş içinde akıp gidiyordu rengârenk.
İskeleden kalkan ve iskeleye yanaşan her vapur selamlıyordu

bu güzel şehri sevgiyle.

Martılar eşlik ediyorlardı yol boyu gemilere.
Herkesin elinde telefonlar, durmadan konuşuyor konuşuyorlardı

birileriyle. Medeniyet sülük gibi yapışmıştı sırtımıza.
Kimse küpeştelerin çıkardığı musikiyi, martıların ezgisini ve
iskelenin hikâyesini dinleyemiyor, güneşin yakamozlara göz
kırpmasını göremiyordu..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder