9 Ekim 2011 Pazar

Kendi içinde yaralı bir milletiz.

 
Ne yaraya merhem bulmuşuz, nede temizlemek için çare. Her geçen güne lanetler yağdırmak, bizden başka kimsenin işi olmasa gerek bu dünyada. Güzelliklerimizin yerini, kamplara bölünmüşüz ve her geçen yıl yeni bir klan daha ortaya çıkarmışız. Ne garip “dedem derdi…” diye başlayan cümleler on beşinden kırk beş yaşına kadar herkesin diline dolanır olmuş.

Kendimiz gibi düşünmeyenleri “Onlar” diye isimlendirmişiz. Sonrada kendimize “Biz” diye bir isim uydurmuşuz.

Geleceği bilmem ama geçmişe hep küfreden bir millet üretmişiz içimizden. Dövünmüş hatta dövülmüşüz. Yalnız işin garibi kimse “ Hey millet bakın ışık burada “ diyememiş. Bulamamışlık değil aslında bu, aramamışız.

Geleceği bilmem ama kendimi çok iyi biliyorum. Devamlı olarak duyduğum hatta gördüklerim şimdi yine meydanlarda. Kendilerine bazen Milliyetçi bazen Ulusalcı demişler.

Kâh ağladılar karşımızda kâh kükrediler. Kâh dövündüler bizim için, kâh övüldüler. Bazen de küsüp gittiler. Ama yine geri döndüler. Siyaset, meydanlarda bugünlerde, yine aynı sloganlar ile birlikte. Başbakan… Diye bağıran kalabalıklara inat, tüm yüreklerde çaresizlik var aslında, bizde ve onlarda.

Ne garip “ben bu filmi izledim” dediğim insanlar, hayretle ağızlarını açıp bakarken bana, ben devamını anlatıyorum onlara. Bazen seviyorlar beni, bazen taşlıyorlar.
Hele bazılarının kırk yıllık mazisi var memleketimde, kırk yıllık alacaklı gibi her zaman kapısına gelirler evimizin. Hiç eskimezler mi bunlar dediklerim çoktur aralarında. “Son Çare Biziz” diyen ağızlarda biriken köpükler, seçim meydanlarında sıçrıyor suratlara. Ne garip babamda anlatırdı çocuğuna onları, bende çocuğuma anlatıyorum şimdi bunları. Çocukluğumda bildiklerim, hala doğru olamaz, dediğim vakit, bende dedim bende iktidar istiyorum hayatımda. Sonra “Milletin Aslı varken Neden Vekili olayım” diyorum bazen. Geçmişime bakıyorum aynı. Dedim ya gelecek hiç yok benim kitabımda.

Ne olduğunu bilemediğim, bir amansız kavga gibi, birbirlerine her daim her sözü söyleyenleri, tanıyorum bu simaları. Yine geldiler, çalıyorlar kapıları, isteyecekler bizden, ne bıraktılarsa artık son geldiklerinden bu yana. Bir baş soğan bir dilim ekmek, kalan bu, alan almış başından savmış ben yinede bildiğimi okurum derseniz, buyurun kurtlar sofrasına.

Sanmayın, Halil İbrahim sofrası değil bu. Kurtlar sofrası. Bazen boğarlar birbirlerini, bazen de yalar. Ta ki biri yere düşünceye kadar dost kalırlar. Sonra da…

Bilemediklerinde “ Bana bu fırsatı verenlerden “ diye başlayan cümlelerle işi iyi kıvırırlar. Sorsanız “Valla kendileri için bişi istemezler”. Milletin menfaatlerini o kadar el üstünde tutarlar ki “dokunulmazlıklara asla dokunmak istemezler”. Milletin vekili olarak tek çatı altında birbirlerini aklar ve millet vicdanını temsilen beraat ederler. Vekillikleri düşüncede çoğu nedensiz ve de haksız yere mahkemeye düşerler. Aslı astarı olmayan yalanlarla çıkarılırlar salonlara, oradan da hop meydanlara, geri dönerler.

Masalların başları gibi, bir varmış bir yokmuş misali.

Yârim Anadolu; ne İskender takmış ne Şah ne Sultan. Göçüp gitmişler. Çağlara meydan okuyan niceleri gibi. Tek kalan sen olmuşsun burada. Kimin kime ne yaptığını senden daha güzel dile getirecek var mı ki bu dünyada. Kalan sende, geçen sende, korku sende, şefkat sende, güç sende, kudret sende, aşk sende. Mutlu kal her daim, yer gök kaldıkça burada. Hak edene vereceksindir adilce mükâfatı da, cezayı da. İspatı yine sende saklı. İçinde yani bedeninde yani altında üstünde. Yeter ki bakılmasına müsaade et. Etki bedel ödenmeden almak isteyenleri sen, ne hale getirmişsin görsünler.

Ama sevdin mi bir kere, sana sarılandan, daha sıkıca, sımsıkı nasıl sarıldığını da bilsinler.

Ne isterler senden ya da benden. Güç mü, kudret mi. Ver gitsin anasını satayım ver ki sende kurtul bende.

Bir küfrün başına patlasa da… Ver gitsin. Nasılsa, ebedi kalan sen olacaksın.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder