31 Temmuz 2012 Salı

öğrenmek ister misin?


İnsanlar sürekli bir çatışma içindedir, bu çatışma bazen kendimizle, bazen de karşımızdaki kişilerle
olur. Sizce bunun nedenleri nelerdir, öğrenmek ister misin?

Varlık birdir, lakin zihin iki yönlüdür. Ağaç gibi; gövde tektir, sonra ağaç iki dala ayrılır.

Varlık aynı ağaçların gövdesi gibidir: tek, iki olmayan. Zihin ağacın ikiye ayrıldığı, iki olduğu, diyalektik olduğu iki dallanmadır: tez ve karşı tez, erkek ve kadın, Yin ve Yang, gündüz ve gece, Tanrı ve Şeytan.

Dünyanın bütün ikilikleri temelde zihnin ikiliğinin içindedir ve ikiliğin altında varlığın birliği vardır. Aşağı kaydığında, ikiliğin altında, ona Tanrı de, nirvana de veya ne istersen onu de. İkilik yolunda daha yukarılara yükseldiğinde, milyon katı dünyayla karşılaşırsın.

Zihin bir olmadığı, anlaşılması gereken en temel içgörülerden biridir. Bu nedenle, zihin yoluyla gördüğümüz her şey iki olur. Bu, aynı prizmaya giren beyaz ışık gibidir: derhal yedi renge ayrılır ve gökkuşağını oluşturur. Prizmaya girmeden önce birdi; prizmanın içinden geçerek ayrılır ve beyaz renk gökkuşağının yedi renginin içinde kaybolur.

Dünya bir gökkuşağıdır, zihin bir prizmadır ve varlık beyaz ışıktır. Modern araştırma çok önemli bir gerçeği, bu yüzyılda ulaşılan en önemli gerçeklerden birine ulaştı o da iki zihne sahip olduğumuz. Beyin iki yarımküreye ayrılıyor. Sağ yarımküre ve sol yarımküre.

Sağ yarımküre sol elle bağlantılıdır ve sezgisel, mantığa aykırı, akıldışı, şiirsel, platonik, hayalci, romantik, efsanevi ve dinsel olguları içinde barındırır. Kısacası şiir ve sevginin yarımküresidir. Sol yarımküre ise sağ elle bağlantılıdır ve akılcı, matematiksel, bilimsel, hesabidir. Kısacası mantık ağır basar. Bu iki yarımküre sürekli çatışma halindedir.

Sol el yani sezgi, hayal gücü, efsane, şiir, din demek olan sağ yarımküre toplumda çok fazla kınanır. Toplum, sağ elini kullananlarındır; sağ eli kullanmak sol yarımküre demektir. Doğan çocukların yüzde onu solak doğar ama onlar da sağ elini kullanmaya zorlanırlar. Solak doğan çocuklar temelde mantıkdışıdır, sezgiseldir, matematiksel değildir. Onlar toplum için tehlikelidir, toplum onları her yoldan sağlak olmaya zorlar. Bu, ellerle ilgili bir mesele değildir. Solak çocuk sağ yarımküreye dayanarak faaliyet gösterir. Toplum buna izin veremez, tehlikelidir; olaylar çok ileri gitmeden durdurulması gerekir.

Başlangıçta oranının elli-elli olması gerektiği sanılıyor: solak çocuklar yüzde elli ve sağlak çocuklar yüzde elli. Ancak sağlak taraf o kadar uzun zamandır yönetimdedir ki, oran yavaş yavaş yüzde on yüzde doksan oldu. Aslında pek çok kişi solaktır, sağ elle yazıyor sağ elle yapıyor olabilirler ama çocukluğunda sağlak olmaya zorlanmış olabilirler. Bu bir hiledir, çünkü bir kez sağlak olduğunda, sol yarımküren çalışmaya başlar. Sol yarımküre mantıktır, sağ yarımküre mantı ötesidir. Onun işleyişi matematiksel değildir-ışıltılar halinde çalışır, sezgiseldir, çok incedir ama akıldışıdır.

Solak azınlıktır, dünyada en ezilen azınlıktır, zencilerden ve yoksullardan daha bile fazla. Şimdi bu ayrımı anladığında, birçok şeyi anlayabilirsin. Burjuvazi ve proletarya: proletarya daima beynin sağ yarımküresiyle iş görür; yoksul insanlar daha sezgiseldir. İlkel insanlara bak- daha sezgiseldirler. Kişi ne kadar yoksulsa, zihin becerileri o kadar azdır. Yoksulluğun nedeni bu olabilir. Zihinsel becerileri az olduğu için mantık dünyasında rekabet edemez. Dil, mantık ve hesap söz konusunda olduğunda ifade gücü zayıftır; adeta aptaldır. Yoksulluğun nedeni bu olabilir.

Zengin beyninin sol yarımküresiyle iş görüyor: her konuda daha hesabi, aritmetikseldir; kurnaz, hilekâr, akıllı, planlıdır. Zenginliğin nedeni bu olabilir.

Aynısı kadınlar erkekler içinde geçerlidir. Kadınlar sağ yarımküre insanlarıdır; erkekler sol yarımküre insanıdır. Erkekler yıllardır kadınları idare etti. Şimdi birkaç kadın başkaldırıyor, ama şaşırtıcı olan bunların da aynı tip kadınlar olmaları. Aslında erkeklerin kullandığı sol yarımküreyi kullanıyorlar; mantıklı tartışmayı seven.

Sosyalist devrimin Rusya ve Çin’de başarıya ulaşması gibi, birgün bir yerde- belki Amerika’da- kadınların başarıya ulaşması ve erkek egemenliğini devirmesi mümkün. Ancak kadınlar başarıya ulaştığında, kadın artık kadın olmayacaktır; bu gerçekleştiğinde kadınlar sol yarımküreli olacaklar – çünkü savaşmak için kişinin hesabi olması gerekir ve erkeklerle savaşmak için erkekler gibi kavgacı olmak gerek.

Bu saldırganlık dünyanın her yerinde kadınların özgürleşmesinde kendini gösterir. Bu özgürleşme hareketine dâhil olan kadınlar çok kavgacı; bütün zarafetini, sezgiden gelen her şeyi kaybediyorlar- çünkü erkeklerle savaşman gerekiyorsa, aynı teknikle savaşmak zorundasın. Birisiyle savaşmak çok tehlikelidir, çünkü düşmanın gibi olursun.

İnsanlık tarihinin en büyük problemlerinden biri budur. Bir kez birisiyle savaştığında, yavaş yavaş aynı teknikleri, aynı şekilde kullanmak zorundasın. Düşman yenilgiye uğrayabilir, ama o yenildiğinde sen kendine düşman olursun. Stalin bütün çarlardan daha çardı, bütün çarlardan daha sertti. Elbette öyle olmak zorunda: Çarları devirmek için daha çok şiddet kullanan insanlara ihtiyaç var. Oraya ulaştıklarında, kendileri de çar olmuşlardır ve toplum aynı şekilde devam eder. Yalnızca yüzeysel şeyler değişir; özde değişen bir şey olmaz.

Çatışma insanın içindedir. Orada çözüme kavuşmadıkça, başka hiçbir yerde çözülemez. Politika insanın içindedir. Zihnimizin iki tarafının arasında, çok küçük bir köprü var. Bir kaza sonucu, psikolojik bir bozukluk ya da başka bir şey nedeniyle o köprü yıkılırsa, insan iki kişilik haline gelir ve şizofreni veya bölünmüş kişilik hadisesi gerçekleşir. Köprü yıkılırsa- ve o köprü çok kırılgandır- o zaman iki kişi olur, iki kişiymiş gibi davranır. Sabah çok sevgi dolu, çok güzeldir; akşam çok öfkeli, tamamen farklıdır. Ve sabahı hatırlamaz – nasıl hatırlayacak- başka bir zihin faaliyettedir. Eğer
Bu köprü, iki zihin iki olarak ortadan kalkıncaya ve bir oluncaya kadar güçlendirilirse; bütünleşme, kristalleşme meydana gelir.

George Gurdjieff varlığın kristalleşmesinin iki zihnin bir olmasından, içteki erkek ve dişinin buluşmasından, yin ve yang’ın buluşmasından, sol ve sağın buluşmasından, mantık ve mantıkdışının buluşmasından, başka bir şey olmadığını söyler.

Yaşam ağacında bu ana çatallanma anlaşıldığında, etrafında ve içinde sürüp giden çatışmanın tamamını da anlamak mümkün.

Bu yüzden erkek ve kadın arasında sürekli bir çatışma var. Ayrı kalamazlar; tekrar tekrar ilişkiye girmek zorundalar. Ancak birlikte de kalamazlar. Kavga dışarıda değil, kavga insanın içindedir. Sol ve sağ yarımküreler arasındaki iç kavgayı çözüme kavuşturmadıkça, asla huzur içinde âşık olunmaz, asla-çünkü içteki kavga dışarıda yansıyacak. İçeride kavga ediliyorsa ve kişi kendini sol yarımküreyle, mantığın yarımküresiyle tanımlıyorsa ve sürekli sağ yarımküreye boyun eğdirmeye çalışıyorsa. Aynı şeyi âşık olduğun kadına da yapmaya çalışacaksın. Eğer kadın içte sürekli kendi mantığıyla kavga halindeyse, sevdiği adamla da sürekli kavga edecektir.

Bütün ilişkiler-istisnalar kaideyi bozmaz- çirkinleşir. Başlangıçta güzeldir. Başlangıçta gerçeği göstermezsin, başta rol yaparsın. Bir kez ilişki oturduğunda ve sen gevşediğinde, iç çatışman fokurdar ve ilişkine yansımaya başlar – ondan sonra gelsin kavgalar, gelsin birbirine dırdır etmenin, birbirini yok etmenin bin bir yolu.

Çözüm mü?

Problem insanın içinde bir yerdedir. Sen yatışmadığın, dişi ve erkek zihnin arasında derin bir uyuma ulaşmadıkça, sevme olgunlaşamayacaktır. Şimdi insanların ilişkilerini nasıl derinleştireceği konusuna açıklık getirelim. Önce meditasyon ile içinin derine in, kendi içinde çözüme kavuşmadıkça, halihazırda sahip olduğundan daha fazla problem yaratacaksın. İlişkide ilerlediğinde, sorunların katlanarak çoğalacak. Sadece izle ve biraz daha derine bak, mantığın hemen altında sezginin ve güvenin tatlı sularının aktığını göreceksin. Dünya üzerinde en muhteşem ve en güzel şey sevgidir. Sadece ona odaklan.

_ڪے£vgil£riml£


Zeynep Inak
Dümyayı duygusal zekaları güçlü olanların idare ettiğin i düşünüyorum.Yani sanıldığı gibi SOL YARIMKÜRESİNİ KULLANABİLENLER DEĞİL, DUYGUSAL ZEKALARINI KULLANABİLENLER YÖNETİYOR..YANİ SOLAK OLANLAR.KÜÇÜK BİR YÜZDE,AMA ÇOK GİZLİ BİR POTANSİYE...LLERİ VAR.Duygusal zekaları ile insanları cemaat, ordu,sosyal medya ortamında örgütleyebiliyorlar...Bence bu nedenle kendilerini mantıklı sanan insanlar SÜRÜ MANTIĞINA daha çok ihtiyaç duyuyor...Paylaşım çok nitelikliydi.Teşekkürler,sevgiler...
.................
Hanifi Özdemir
‎...
Sevgili Zeynep 1990 yıllarından sonra Duygusal Zeka (EQ) Salovey ve Mayer tarafından ortaya atılıp dünya gündeminde benimsensede, akılcı zeka dediğimiz IQ etkisini halen sürdürmektedir. Çünkü dünya kapitalis sistem ekonomik çıkarların ...ön planda olduğu üretmeden ranta dayalı bir yapı sergilendiği bu rantçı sistem halen etkisini koşulsuz olarak sürdürmektedir. Akılcı Zeka (IQ) üretmeden tüketime dönük bir zekayı temsil ederken EQ üretken ve paylaşımcı bir zekayı temsil etmektedir. Bu rantçı sitem devam ettiği sürece de akılcı zeka (IQ) yerine Duygusal Zekaya (EQ) bırakmaya hiç niyeti yok.

.....................

Zeynep Inak http://eiconsortium.org/ adlı konsorsiyumun içinde yer alan Salovey ve Mayer kapitalist sistemin empati yöntemi ile kabulü için uğraş vermişler.Duygusal zekanın kuramcıları halen kapitalist sisteme kuramsal desteğe devam etmekteler..Özellikle medya alanında...Dünyanın payşaım konusunda henüz Mark ve materyalist felsefeyi aştığını düşünmüyorum..Sevgi ve selamlarımla...
www.eiconsortium.org
Emotional Intelligence Consortium - Dedicated to research on emotions and emotio...nal intelligence in the workplace, this site provides free information and cutting edge research on emotions and emotional intelligence in organizations. Visitors can download the latest research findings, learn of train...Devamını Gör

27 Temmuz 2012 Cuma

Kendini seven adam budur.



Sokrates kendi toplumu tarafından cezalandırılmıştı. Sokrates gibi insanların cezalandırılması kaçınılmazdır çünkü onlar bireydirler ve hiç kimsenin onlara hükmetmesine izin vermezler.
Ona zehir verilmişti. O yatakta yatıyordu ve ona zehir verecek adam zehri hazırlıyordu. Güneş doğuyordu: Zaman gelmişti. Mahkeme tam olarak zamanı belirtmişti ama adam zehri hazırlarken vakti erteliyordu: Sokrates adama sordu, “Zaman geçiyor, güneş doğuyor bu gecikme neden?”

Adam, ölecek olan birisinin kendi ölüm zamanı hakkında bu kadar titiz olabilmesine inanamadı. Aslında onun bu gecikme için müteşekkir olması gerekirdi. Adam Sokrates’i seviyordu. Onu mahkemede duymuştu ve bu kimsenin güzelliğini görmüştü. Tek başına o tüm Atina’dan daha zekiydi. Birazcık daha geciktirmek istedi. Böylelikle Sokrates biraz daha fazla yaşayabilecekti. Fakat Sokrates ona izin vermezdi. “Tembellik yapma, hadi, zehri getir,” dedi.

Sokrates’e zehri veren adam, “Niçin bu kadar heyecanlısın? Yüzünde öyle bir ışıltı görüyorum ki gözlerinde öyle bir merak görüyorum ki.. Anlamıyor musun? Öleceksin!”

Sokrates “Bu bilmek istediğim bir şey. Hayatı tanıdım, o güzeldi; tüm kaygılarıyla, kederleriyle o hâlâ bir keyiftir. Yalnızca nefes almak yeterli mutluluktur. Yaşadım, sevdim; canım ne isterse yaptım, içimden ne geldiyse söyledim. Artık ölümü tatmak istiyorum. Ve ne kadar çabuk olursa o kadar iyi."

Kendini seven adam budur. Ölüm sorumluluğunu dahi almıştır çünkü mahkemenin ona karşı herhangi bir şeyi yoktu; bu sadece toplumsal bir önyargıydı, Sokrates’in zekâsının muazzam uçuşlarını anlayamayan sıradan insanların önyargısıydı. Fakat onlar çoğunluktaydı ve hepsi Sokrates’in ölümüne karar vermişti.

Onun tarafından öne sürülen tek bir iddiayı dahi yanıtlayamadılar. Zannediyorum onlar, onun ne dediğini bile anlamamışlardı. Yanıtlamak mevzu bahis değildi. Ve o, onların tüm iddialarını çürüttü; yine de o bir şehir devleti demokrasisiydi: İnsanlar bu adamın tehlikeli olduğuna, ona zehir verilmesi gerektiğine karar verdiler.

Onun yanlışı neydi? Onun yanlışı şuydu; “O, gençlerimizi asi yapıyor, o gençlerimizi şüpheci yapıyor, o gençlerimizi yabancılaştırıyor, o eski kuşakla genç kuşak arasında bir uçurum yaratıyor. Onlar artık bizi dinlemiyor, onlar her şey hakkında tartışıyor ve bunun nedeni de bu adamdır.”

Ancak hâkimler sıradan insanlardan biraz daha iyiler. Onlar Sokrates’e, “Sana birkaç alternatif sunuyoruz, eğer Atina’yı terk edersen ve asla bir daha geri gelmeyeceğine söz verirsen kendini ölümden kurtarabilirsin. Ya da şayet Atina’da kalmak istersen o zaman konuşmayı bırak, sessiz kal. O zaman biz insanları, senin yaşamana ikna edebiliriz. Aksi takdirde üçüncü alternatif şudur: Yarın güneş doğarken zehri içmek zorunda kalacaksın,” dediler.

Sokrates ne yaptı? “Zehri yarın ya da bugün almaya hazırım, zehir ne zaman hazırsa, ama hakikati söylemekten vazgeçemem. Canlıysam son nefesime kadar bunu söylemeye devam edeceğim. Ve Atina’yı sadece hayatımı kurtarmak için terk edemem çünkü o zaman kendimi ölümden korkmuş, ölümden kaçmış, ölümün sorumluluğunu alamamış güçsüz birisi olarak hissedeceğim. Ben kendi düşünceme, hislerime, varlığıma göre yaşadım; bu şekilde de ölmek isterim. "

“Ve suçlu hissetmeyin. Kimse benim ölümümden sorumlu değildir, sorumlu benim. Bunun olacağını biliyordum çünkü yalanlara, dolanlara, yanılsamalara dayanarak yaşayan bir toplumda hakikatten bahsetmek ölmeyi istemektir. Ölmem için karar alan şu zavallı insanları suçlamayın. Eğer bundan sorumlu olan birisi varsa benim. Ve hepinizin bilmesini istiyorum ki kendi sorumluluğumu alarak yaşadım ve kendi sorumluluğumu alarak ölüyorum. Yaşarken bir bireydim. Ölürken bir bireyim. Benim için kimse karar veremez; kendimle ilgili ben karar veririm.”

Haysiyet budur. Bütünlük budur. Bir insanoğlu böyle olmalıdır. Ve şayet tüm dünya bu adam gibi insanlarla dolu olsaydı bu dünyayı öylesine güzelleştirebilirdik, öylesine mutlu kılabilirdik, öylesine her şeyle zenginleştirebilirdik ki…

Ancak birey kayıptır, o nedenle sen kendi sorumluluğunu almak zorundasın. Ancak bunu sadece her ne isen kendini sevmeye başlarsan alabileceksin: Varoluş senin bu şekilde olmanı istedi. Şayet varoluş başka bir İsa Mesih isteseydi onu yaratmış olurdu. Hıristiyan olmak çirkindir, Müslüman olmak çirkindir, Hindu olmak çirkindir.

Kendin ol, sadece kendin, basitçe kendin. Ve hatırla, basitçe kendin olduğunu ilan ederken çok büyük bir risk alıyorsun. Hiçbir kalabalığa, hiçbir sürüye ait değilsin. Bunların hepsi sürüdür: Hindular, Müslümanlar, Hıristiyanlar, putperestler. Bunun riskli olduğunu gayet iyi bilerek kendinin bir birey olduğunu ilan ediyorsun. Kalabalık seni hiç affedemeyebilir. Ancak risk almak, her adımın tehlikeli olduğu bıçak sırtında hareket etmek çok güzeldir. Ne kadar tehlikeli yaşarsan o kadar çok yaşarsın. Ve şayet bütünüyle, her şeyi riske etmeye hazırsan tek bir anın içinde tüm sonsuzluğu yaşamak mümkündür.
Bir dilenci haline bile gelsen, varlığın bir imparatorunkinden çok daha haysiyetli olacaktır.

Osho

Sevgilerimle....

24 Temmuz 2012 Salı

Vazgeçtim..




 Vazgeçemediklerimden
Başıma gelmesinden korktuklarımdan
Tüm keşkelerimden
Tüm eksiklerimden ve tüm fazlalarımdan…
Fazla düzgün taraflarımdan
Sevdiğim tüm arızalarımdan
Fazla emek verdiklerimden
Hatta hiç vermediklerimden
Tüm iddialarımdan
Dibini bildiklerimden
Yüzünü bile görmediklerimden vazgeçtim...
Vazgeçtim...

Verilmeyen sevgiyi almaya çalışmaktan
Yeterince iyi olursam sever beni umudundan
Bedeli ödenmiş tüm bulduklarımdan
Ücretini ödemeden alamadığım tüm sevgilerden
Aramaktan korktuklarımdan
Bilmek istemediğim tüm bildiklerimden
Görmek istemediğim tüm gördüklerimden
Kendimi kandırdığım tüm yalanlarımdan
Gözümün önüne konduğu halde bakmadıklarımdan
Yıkmaya çalıştıkça önüme dikilen tüm duvarlarımdan
Vazgeçtim...

Vazgeçtim...
Yıllarca istediklerimden,
Beklediklerimden,
Kapısını defalarca çaldıklarımdan,
Peşi sıra gittiklerimden,
Gözlerimi sıkıca kapatıp,
Gerçek olduğuna inanamadığım tüm yalanlarımdan,
Sevmediğim tüm doğrularımdan,
Vazgeçtim...

Ama
Bir sen vazgeçmedin benden,
Bir sen bekledin beni.
Bir sen dinledin.
Hiç ümidi kesmedin benden.
Her zaman için sesimi duyurabildiğim kapım oldun.
Tanıdık bir ses oldun yüreğimde,
Hiç bırakmadın beni bilmediğim yerlerde.
Yönümü hep seninle buldum.
Ben her vazgeçtiğimde,
Sen daha sıkıca tuttun elimden,
Daha çok sevdin sanki
Daha çok hissettirdin sevgini
Teselli ettin beni.
Ne ile teselli olacağımı senden daha iyi bilen var mıdır?
Ey vazgeçtiğim her şeyden yeni umutlar yaratan!
Ey kapanan her kapının anahtarını yanında saklayan!
İyi ki yarattın beni
İyi ki sevdin
Ve iyi ki vazgeçmedin benden…



Sıkıldım

Sıkıldım sorgulamaktan yaşamı
 Her şeyin bir nedeni olduğu yalan
Gelmişiz yaşıyoruz be kardeşim
Dönüş biletlerimiz kesilmiş çoktan

Boşunadır bunca uğraş çaba
Çalan da, çalmayan da kara toprakta
Kimisinin aklı hala parada pulda
Kimisiyse tapar bir başka kula

Dünya nimetleriyse koca bir yalan
Anlayana kadar geçer onca zaman
Serveti cebinde değil kalbinde ara
Sevgidir seninle dönecek olan

En yüce değerler düşmüş ayağa
Ölçülür olmuş herşey parayla
Yabancı kaldım ben buralarda
Al beni Allahım artık yanına

Ağırdır yüküm gelirken sana
Doldurdum kalbimi ben tıka basa
İki kızım, birde sevdiğim
Bütün dünyalığım işte bu benim.
 

Hiç düşündünüz mü?


Hiç düşündünüz mü? Belki de hayat olması gerektiği gibi değil olduğu gibidir. Onu değiştiren ise onu nasıl yaşadığınızdır.

Kel kartal olarak bilinen tür, tüm kuşlar arasında en uzun yaşayanlardandır. Hayatları boyunca tek eşli yaşarlar. Yüksekten saatte 75 mil gibi inanılmaz bir hızla dalışa geçebilirler. Kusursuz bir görme yetenekleri vardır. Gerçekliği sorgulanabilir olsa da, haklarında anlatılan bir efsaneyse, kusursuz bir değişim hikâyesini örnekler. Yetmiş yıla kadar yaşayan kel kartallar olduğu söylenir.

Kartalların bu yaşa ulaşmak için, 35 yaşındayken çok ciddi ve zor bir karar vermek zorunda olduğu anlatılır. Kartalın yaşı 35’e vardığında pençeleri sertleşmekte, esnekliğini yitirmekte ve bu nedenle de beslenmesini sağladığı avlarını kavrayıp tutamaz duruma gelmektedir. Gagası ise uzamakta ve göğsüne doğru kıvrılmaktadır. Kanatları yaşlanırken ağırlaşmakta; tüyleri ise kartlaşmakta ve kalınlaşmaktadır. Bu durum kartalın uçmasını iyice zorlaştırmıştır.

Dolayısıyla burada kartal bir seçim yapmak durumundadır: ya ölümü seçecektir, ya da
Yeniden doğuşun acılı ve zorlu sürecini göğüsleyecektir.

Bu, yüz elli gün sürecek olan bir yeniden doğuş sürecidir. Bu yönde karar verirse kartal bir dağın tepesine uçar. Orada bir kayada, artık uçmasına gerek olmayan bir yerde, yuvasında kalır. Bu uygun yeri bulduktan sonra kartal gagasını sert bir şekilde kayaya vurmaya başlar. En sonunda, kartalın gagası yerinden söker çıkartır. Yeni pençeleri çıkınca kartal, bu kez eski kartlaşmış tüylerini yolmaya başlar. Beş ay sonra kartal, kendini yirmi yıl veya daha uzun süreli bir yaşam yaratmıştır. Bu kartal için yeniden doğuştur. Artık sıra mucizevî bir hayat temsili olan yeniden doğuş uçuşunu yapmaktadır. Mucizevî dönüşümünü kutlamak için.

Değişmeyen şey ölür!

Sadece kartallar değil; insanlar, doğa, değerler, aslında her şey belirli zamanlarda bir yeniden doğuş süreci yaşamak zorunda kalır. Mevsimler bize bu dersi her yıl tekrar öğretir. DEĞİŞİM, her insanın yaşamının bir döneminde yaşamak zorunda olduğu kaçınılmaz bir olgudur. İnsanlar nefes aldıkları ilk andan itibaren, zekâlarını ve duygularını da bedeniyle birlikte geliştirir ve beden istemese de zekâ ve ruh değişimi arzular. Felsefesini mutlak değişim üzerine kuran Herakleitos değişmeyen tek şeyin değişim olduğu yaklaşımını “ Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz,” sözüyle anlatmaktadır. Herakleitos’a göre hayatta her şey değişme halindedir. Hayat değişiktir: değişiklerin arifesidir. Eğer alışkanlıklarımız, değerlerimiz, zihinsel pratiklerimiz, fiziksel görüntümüz, geleneklerimiz ve anılarımız…
Hemen her şey değişime gebedir. Değişim sürecinde, eskiden olduğunuz şeyin en azından bir kısmını unutmak zorundayızdır. Yani gelecek olanı da hiçbir zaman bilemeyiz.

Değişim mevcut durumdan farklılaşmaktır; güç ve tazelenmek demektir. Gücü, yenilenmeyi, tazelenmeyi, yeniden doğmayı beraberinde getirir. Duygusal ve ruhsal olarak da değişiriz. Neticede, insanın sadece bedeni, buna bağlı zihni değil; aynı zamanda çevresi de sürekli, değişiyor. Değişim aynı zamanda şeffaf olandır. Değişen insan bile çoğu zaman bunun fark etmez. Bu noktada bilincin asli eylemi olan farkındalığın öneminden bahsetmek gerekir. İnsan farkındalık halinde değişimin gerekliliğinden haberdardır. Bu sayede başka bir şeye, nesneye, düşünceye ya da arzuya odaklanır. Bilinç bunu fark ettiği an farkındalık olur. Farkındalık nesneyi fark ettiği anda, bilinç oluşur. Bilincin derinleşmesi de bilincin değişimi olarak tanımlanır.

Değişimle birlikte, olayları, insanları ve hayatı farklı algılayan ve farklı yorumlayan insan, aynı zamanda öğrenme sürecine dair bir farkındalık yaratır. Bir şeyler istemenin gerekliliğini daha çocukluğumuzda bize öğreten hayat, istemenin insanın kendinden bir şeyler vermesi, bir bedel ödemesi anlamına geldiğini söyler. Bir bebeğin emziğini istemesi için ağlaması gerektiğini, değişimin olması için de insanın istemesi gerektiğini anlatır.

Değişim ve gelişimin iki farklı kavram olduğu unutulmamalıdır.

Değişim kendisi tarafsız bir kavram olmasına rağmen, değişimin yönü olumlu ya da olumsuz olabilir. Unutulmaması gerekir ki, insan doğuştan esnektir ve kusursuz değildir. Ancak bunun yanında, sürekli isteyendir. Toplumsal sistemde bunun itici gücüdür. Bu itici güç, insanı mükemmelliğe ulaştırma iddiasındadır. En azından bireye bir iddia yükler. Değişim bu sistematik unsunlarla da desteklenir. Değişime ve gelişime duyduğu istek bir duyguymuş gibi zihne ve ruhuna yerleştirildi. Burada kişisel değişim büyük bir itici güç olduğu saptanmalıdır. Ardında yatan güç istektir. Bu isteğin hırslardan ari olup kişiyi olumlu olana yöneltmesi, değişimi de olumlu yöne çevirir. Buna ilişkin Marlo Morgan’ın “ Bir Çift Yürek” adlı kitabında Aborjinlere doğum günü partilerine ayırdığı bir bölüm vardır:

Gerçek insanlar olarak tanımladığı bu yerli kabilenin insanlarına onlara pastayı, şarkıları, armağanları ve her yıl bir adet artan mumları anlatır. Onlar bunu saçma bulur ve şöyle der:
- Bizler için kutlama özel bir durum gerektirir. O geldiğinde yas tutulacak ölüme bir adım daha yaklaşmanın nesi özel anlamadık… Üstelik bu durum için bir çaba gösterilmez ki, bu kendiliğinden olur.

- Peki, der yazar. Siz neyi kutlarsınız?

- Daha iyi olmayı! Bizler eğer geçen yıla göre daha iyi, daha bilge olmuşsak bunu kutlarız. Bu an da her yıl sabitleşmiş bir gün olamaz. Bunu ancak sen kendin bilebilirsin ve kutlama partisinin ne zaman yapılabileceğini ancak sen söylersin.

Yaşamımızda görmek istediğiniz değişimin başlığı ilk önce siz olmalısınız…

Değişim, insan doğasının bir parçası ve doğaya kimse karşı koyamadı bugüne kadar. İnsanın hayat ırmağının akış yönünü değiştiremez. Aynı ırmakta iki kere yıkanmaktan bilinmez diye korkmanın bir anlamı da yok. Ceoelho’nun Simyacı’da söylediği gibi “ Tanrı geleceği pek ender açıklar ve bunu bir tek gerçek için yapar… Değişmek üzerine yazılmış bir gelecek söz konusu olduğu zaman… Kim ve ne olursa olsun, yeryüzünde her insan, her zaman dünya tarihinde başrol oynar… Ve doğal olarak bilmez bunu… En önemlisi de, en karanlık an şafak sökmeden önceki andır… “
Bu da değişimin güzel yüzüdür. Bu nedenle, yaşadığınız hayatı değiştirmeye başlamalı, ‘olumlu bir dönüşe hazır mıyım?’ sorusu hep buralarda bir yerlerde dolaşmalı. Her daim yenilenmek mümkün. Her nefeste dönüşmek mümkün. Sadece zihnin emir vermesi yeterlidir.

İçinde yaşadığınız durumdan memnun değilseniz, değişimin baştan çıkarıcılığı tüm çıplaklığıyla size bekliyor. Daha ne duruyorsunuz, değişim orada ve sizi bekliyor. Size söylemediler mi bekletmek ayıptır diye…

Sevgilerimle…

Her insan kendi adasında yaşar,



 

Her insan kendi adasında yaşar, ya da kurbağalar gökyüzünü kuyunun ağzı kadar zannedermiş…
 Eski zamanlardan birinde, soğuk kış gününde pek çok hayvan, en çok da kirpiler soğuktan kırılır çünkü kirpilerin onları soğuktan koruyacak kürkleri yoktur. O soğuk günlerin birinin sabahında, birbirlerinin vücut ısısından yararlanmayı düşünürler. Çok sayıda oklu kirpi, donmamak için birbirine bir hayli yaklaşır. Biraz zaman geçtikten sonra oklarının farkına varırlar, canları acır ve ayrılırlar. Böyle olunca da üşümeye başlarlar ve birbirlerine tekrar yaklaşırlar. Oklar birbirlerini rahatsız edince yine yaklaşırlar.

Soğuktan donmak ve batan okların acısı arasında yaşadıkları ikilem, aralarındaki uzaklık, her iki acıyı da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya kadar sürer.

Aslında tıpkı insanlar gibi…

İnsanları bir araya getiren de herhangi bir nedendir. Üstelik kendilerine dönük bir nedendir bu. İlk önce iç dünyalarının boşluk ve tekdüzeliğini ortadan kaldırmak için bir araya gelirler. Birbirlerine ters gelen özellikleri ve tahammül edemedikleri hatalar ise onları birbirlerinden uzaklaştırır. Sonunda bir arada var olabilecekleri bir sınır oluşturur. Bu sınır, nezaket ve görgünün belirlediği ortak noktadır. Hatta bu uzaklıkta duramayanlara “mesafeni koru” tabiriyle yanıt verilir. Bahsedilen sınır, çevrenin sıcaklığını hissetme arzusunun kısmen karşılandığı yerdir. Üstelik bu noktada okların acısı da hissedilmez. Bir de, kendi iç sıcaklığı yeterince yüksek olanlar, diğerlerine sıkıntı vermemek ve sıkıntı çekmemek için, topluluklardan uzak durmayı tercih ederler.

İnsan, kendi tohumunda da bulunan sosyal birliktelik refleksiyle, diğeri olmadan yapamaz. Bir taraftan da kendi gibi düşünene tahammül edemez. Kendinden uzaklaşana ise hiç tahammül edemiyor. İnsanın bu konuda bir kirpi kadar bile olmadığını söylemeyebiliriz. Bu noktada, hayat için bir soru aklıma geldi.

“Biz insanlar kendimize ne kadar tahammül edebiliyoruz?”

Modern dünyanın getirdiği kurallar, insanı tabiri caizse bir fanusa hapsetti. Bu bir iç hapishane. Artık dünya gerçek hapishaneyi insanın içinde yaşatıyor. Başarı hırsı, aşırı rekabet, sabırsızlık, isteme, elde etmek için gerekirse acımama, bu yenidünyanın kuralları. Öyle ki, her şey sizinle başlıyor. Güç hep içinizde dolaşıyor; limit siz oluyorsunuz; şimdinin gücü, yarının gücü gibi. Her şey bize yaşatabilir bir umut aşılıyor. Toplumun sağladığı koşullu özgürlük ortamında, insan mutluluğu arıyor. Özgürlük peşinde koşuyor.
Özgürlüğün kaybolan bir kavram olduğu bu garip zamanda, ne yazık ki bizler koşullu özgürleriz. Cep telefona atılan kısa bir mesaj ya da sosyal iletişim sitelerinde bir tanıdığını göstermek, özgürlüğün yeni tanımı durumunda. Sanırız, prangalar artık ayaklarımızda değil zihnimizde. Farkındalık ve olgunluktan uzaklaşıyoruz. Huzur, gitgide küçülen bir kavram oluyor. Çekingenleşiyoruz. Diğerine yaklaşmaktaki sıcaklık beklentimiz, belki de umudumuz azalıyor. Kirpi hastalığı ya da kronik yalnızlık mı desek adına?

Belkide; “Fanustaki insanın dramı, iki kirpi arasındaki ilişkide başlıyor…”

Fanus canlıların yaşam alanı değilse, hatta bir balığı bile yaşatmıyorsa, biz dünyayı nasıl ve belki de niçin fanusa çeviriyoruz. Bu bir esaret değil mi? Evet, tam bu satırları okuduğunuz sırada sizlerinde düşüncelerini öğrenmek istiyorum.

Bu esaretin bedeli bir insan için tam olarak nedir?...


Sevgilerimle…

İnsan İlişkileri




Hayatta her şey ilişkilerden oluşuyor gibi. Her şeyle ilişkimiz var. Şu anda bile okuduğun bu makaleyle, benimle ve düşüncelerimle ilişki içindesin.

İnsan sistemi parçalardan oluşur. Bu parçaların her biri kendi içlerinde birer sistemdir. Parçalar birbirleriyle belli bir düzen, sıra ve etkileşim içerisinde çalışırlar. Parçalardan birinin işleyişi değişirse, tüm sistem değişir. Yolu yaparken engeller çıkar buna rağmen ilerlemeye mecburuz. Önümüze çıkan engellerin olduğu yerlerde durup kalmamalıyız. Bir şekilde yolumuza devam etmeliyiz. Enerji içinizde isterseniz kullanabilirsiniz. Koşulları uygun haline getirdiğiniz takdirde iletişim size bir oyun gibi gelecek, herhalde oyunu sevmeyen yoktur aramızda. İletişim halinde olduğunuz kişinin insan olduğunu hatırınızdan çıkarmayın. Her kişinin kendine özgü bir takım özellikleri olduğunu unutmayın.

İçeriği ne olursa olsun, bir sorunu çözmek için insanların düşünce alışverişinde bulunmaları, yani iletişim kurmaları gerekir. Demokratik toplum yaratabilmek için, önce bireylerin kendi günlük yaşamlarında, diğer kişilerin görüşlerine saygılı ve hoşgörülü olmayı öğrenmeleri gerekir. İnsanlar arasındaki ilişkiler, iletişim yoluyla kurulur. İnsanlar düşünce, duygu ve isteklerini sözel ve sözel olmayan çeşitli iletilerle birbirlerine duyururlar. Karşılıklı iletişim, karşılıklı etkileşime yol açar. Kendimize yöneltilen bir iletiyi tam ve yüzde yüz doğru bir biçimde anlamak, hemen hemen olanaksızdır.

Aynı şekilde, bir iletiyi başkalarına tam olarak aktarmak da son derece güçtür. Böylece, iletişim çoğu kez eksik kalır, çarpıtılır ya da yanlış anlaşılır. Bu durumda kişisel ya da toplumsal düzeyde bir takım iletişim arızalarına yol açabilir İletişim sorunlarını çözmeden, doyumlu bir yaşam sürdürmek olanaksızdır. Sağlıklı bir kişiliğin yanı sıra iletişim becerilerini de geliştirmek gerekir. Ancak, iletişim bilgi ve becerinin arkasında gönül zenginliği, sevgi, anlayış ve hoşgörü yoksa her türlü iletişim becerisi yalın ve anlamsız bir alıştırmadan öteye gidemez. İletişim, kişiler arasında yer alan düşünce ve duygu alışverişini dile getiren bir kavramdır. Başka bir deyişle, anlamları ortak duruma getirmektir.

İnsan ilişkilerinin olumlu yönde gelişebilmesi için, Carl Rogers’a göre:

Karşılıklı saygı
Empatik bir yaklaşım
Kişinin kendisi gibi olması” gerekmektedir.

Karşılıklı Saygı: Karşısındakilerle ilişkide bulunan kişi, bu kim olursa olsun hoşgörüyle kabul edilmelidir. Kişilere saygı ile yaklaşmak, arada daha derin ve olumlu bir ilişki kurulabilmesine olanak sağlar. İnsana, saygın bir kişi olarak davranılması, insanın en büyük beklentilerinden birisidir.

Empatik Bir Yaklaşım: Diğer insanın duygularının yoğunluğunu anlatım, algılama ve anlama yeteneğidir. Karşımızdaki kişinin gözünü alıp kendi gözümüz yerine koymak demektir. Empati, olayların başkasının gözünden, onun duyguları ve olaya yüklediği anlamlar ile görebilmektedir. Empatik anlayış göstermek kolay değildir. Karşımızdaki kişiyi yargılamadan onun sorununu onun bakış açısıyla görmek kendi görüş açımızın da değişmesi riskini beraberinde getirir. İnsanları ne kadar anlayışla dinlersek, kendi görüşlerimizin değişmesi pahasına bile olsa, dıştan bakışa göre, iç yaşantımız zenginleşir, hoşgörümüz artar. İnsanlara saygı duymak, onlara karşı dürüst olmak ve onları empatik bir anlayışla dinlemek, insan ilişkilerini düzelten en güvenilir etmenlerdir. Bunun yardımıyla, başkalarını yargılama eğilimimizden kurtulabiliriz.

Kişinin Kendisi Gibi Olması: İnsanlara karşı açık ve berrak olmak; içi-dışı ve özü-sözü bir olmaktır. Dürüstlük, içtenlik ve doğruluk anlamına gelmektedir. Yani, içimizden geçenleri doğru olarak algılamak, öz benliğimizle ilişki içinde olmak, yaşadığımız duyguların farkında olmak ve bu duygularımızı, uygunsa karşımızdaki kimselere aktarmak demektir. Saydam olan kişinin öfkesi, sevinci ve kaygısı sözlerinde ve mimiklerindedir. Özü-sözü bir olan insanla daha rahat yaşanır.

Bir insan ne kadar uyumlu olur ise, ne kadar özü-sözü bir ise, ne kadar özentisiz ve yapmacıksız ise, onunla o kadar rahat ve olumlu bir ilişki kurulur. Başka insanlarla iyi bir iletişim kurup kuramadığınızı anlayabilmek için, kendinizi o insanlara ne ölçüde gösterdiğinizi bilmeniz gerekir. Kendinizi ne ölçüde dışarıya gösterdiğinizi ortaya koyabilmek için kendini tanımak gerekir.

İlişkilerin oluşturduğu sistem insan bedenidir. İnsan, bir sistem olarak, birbirlerine dayanan ve birbirlerini düzenli biçimde etkileyen parçalardan (alt sistemlerden) oluşan amaçlı bir bütündür. Yine insanın, sistem olarak iki amacı vardır; Birinci amacı, çevresinden girdiler alarak kendini yaşatmak ve geliştirmektir. İkinci amacı ise, çevresine çıktılar sunmaktır. Bu çıktılar yukarıda sözü edildiği gibi mal, hizmet, düşünce türünden ürünlerdir. İnsan, bu ürünleri, geliştirdiği ilişkiler yoluyla çevresine (karşıtı olan insana, aileye, topluma) sunarak kendi gereksinimlerinin sağlanmasını güvenceye alır.

Sevgilerimle

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Diyorum ki..

 
İnsan kendine olan güveni, cesareti ve umudu kadar genç, kuşkusu, korkuları ve bezginliği kadar
yaşlıdır. Hiç kimse fazla yaşamış olmakla yaşlanmaz. İnsaları yaşlandıran, ideallerin bitmesidir. Bir insan hayranlık duyup sevildiği sürece sonsuza kadar genç demektir...

Pozitif düşünce becerisi kazanmak için belli bir bilinç- farkındalık geliştirmeliyiz. Bu da çok okuyarak ve gözlem yaparak kazanılı...r.

Diyorum ki şimdi farkındalık kazandırmak için bir içsel geziye çıkmaya ne desin?

Sandalyenizde rahat otur ve gözlerini kapat. Şimdi bedeninizin farkına varın. Ayakucunuzdan tepenize kadar şöyle bir gözden geçirin. Gergin bir yerin var mı? Rahat hissettiğin yerler, hamlamış, yorulmuş, ya da zinde, dinç kısımların farkına varın.

Şimdi duygularınızı gözden geçirin. Şu anda ne gibi duygular içindesiniz! Heyecan hissediyor musun? Kaugın var mı? Mutlu musun? İçinde biraz rahatsızlık var mı? Sakin misin?

Şimdi düşüncelerini gözden geçirin: Neler düşünüyorsun? Aklından şu anda ne gibi düşünceler geçiyor...? Şimdi ve burada olan şeylerimi düşünüyorsun, yoksa geçmişle ya da gelecekle ilgili düşüncelerin mi var? Sadece konuştuğun konularımı düşünüyorsun, yoksa kişisel yaşantınla, mesleğinle veya yaşamının daha başka yönleriyle ilgili düşünceler mi geliyor.

Şimdi gözlerini açabilirsin.

İşte bütün bu soruları soran, farkında olan, gözlemleyen senin bilincin idi.

Bilimsel psikoloji uzun yıllar, bvilincin kendisiyle, bilincin içeriği arasında bir ayrım yapmadı: Bilinç farkında olan, bilincin içeriği ise farkında olunan şeydir.

Gözünü kapattığında bedenini, duygularını, düşüncelerini gözlemledin. GÖZLEYEN SENİN BİLİNCİNDİ, bedenin, duygu ve düşüncelerinle ilgili algılamaların ise içerikti.

Yaşadığımız her olayı, karşılaştığımız her insanı önemsemeli ve öğrenmek için bir fırsat olarak görmeliyiz. İşimizi kendimizi geliştirmek için bir araç olarak görmeliyiz.

İyimser ol, her şeyin iyi yönünü görerek işe başla, Olumsuz düşünceleri akıldan çıkar, olumlu düşünceleri zihnine ek. Olumlu bir bakış açısı geliştir.

Kendine güven, sahip olduğun yeteneklere inan. Kendi öz gücüne inanmadıkça başarılı olamazsın. Gücüne inandığın ve kendine güvendiğin sürece başarılı olabilirsin.
 

15 Temmuz 2012 Pazar

Stres

 
 
Kendimizi fiziksel ve ruhsal açıdan güçlü hissettiğinizde iyi anların zevkini çıkarabilirsiniz ve kötü
 
anların baskısıyla başa çıkabilirsiniz. Stres ile sorumluluğu sık sık karıştırırız. Sadece kendinizi güçlü hissetmediğiniz zamanlar sorumluluk strese dönüşür.

Birkaç yıl öncesine kadar geçerli kavram "sağlığı korumak" idi. İnsanlar sağlıklarını korumayı yeterli görüyorlardı. Son yıllarda yapıla...n araştırmalar, insanlar sağlıklarını gerçekte, kendilerini en sağlıklı hissettikleri sırada kaybettiklerini ortaya koymuştur.

Ölüm sebeplerinin en başında yer alan kroner kalp, kanser, inme ve hipertansiyon hastalıkları esas olarak bir hayat biçiminin sonucudur ve insanın kendisini bütünüyle sağlıklı kabul ettiği yıllarda yerleşmektedir. Bu sebeple "sağlığı korumak" yaklaşımının yerine "sağlığı geliştirmek" anlayışı ortaya çıkmıştır.

_ڪے£vgil£riml£

Tık…

 
 
 

 Kapandı telefon.
Bu da aynı diye geçirdim içimden.
Bir gün dediklerimi değil,
demek istediklerimi anlayacak bir erkek çıkmayacak mı karşıma!
Hava kötü dediğimde sadece havadan söz etmediğimi anlamak bu kadar zor mu? İlle de, ben bu hayattan bıktım türden laflar mı etmeliyim?
İşim çok dediğimde,
bana sahip çıkacak bir erkeğe ihtiyaç duyduğumu anlayacak biri…
Yanımda olmanı istiyorum diyemediğim için bu yağmur içimi ıslatıyor dediğimi nasıl anlamaz.
Düpedüz, sarıl bana dedikten sonra sarılmanın ne anlamı kalır…!!!

Zülfü Livaneli

...."Ne anlamı kalır" görüldüğü gibi iletişim açık ve kapalı olmak üzere ikiye ayrılır.

Aslında açık veya kapalı olan, insanın özü. Türkçe'de biz bu öze can diyoruz.
Sevildiğinizi nasıl anlarsınız, diye sorarsanız, insanların çoğu, "bakışlarından," "gözlerinden," diye yanıtlayacaktır.
Göz göze baktığımızda, biz o gözün arkasındaki can'ı görürüz; özler birbirini gözlerde görür.

Gerçek sevgide özler işin içindedir; birbirlerinden saklanmaz, birbirlerini sürekli beslerler.
Bu nedenle gerçek sevgi özgürlük getirir. Çünkü ancak özgür can kendini olduğu gibi ifade edebilmeyi seçer.
Kendini olduğu gibi ifade edebilmek bir cesaret işidir; o nedenle gerçek sevgi ancak cesur insanların duyabileceği bir duygudur.

Açık iletişim yoksa eğer can kendini diğer insandan saklıyorsa, sevgi, sulanmayan çiçek gibi solar. Sevginin yaşayabilmesi için candan cana açık iletişim olmalıdır. Candan cana olan iletişime, 'sohbet içinde olmak' denir.
'Sohbet içinde olmak,' iletişim içinde olmaktan farklıdır. Kişiler istese de istemese de, her sosyal ortamda, birbirleriyle iletişim içindedirler. Ama her sosyal ortamda kişiler, iletişim içinde oldukları insanlarla sohbet içinde değildirler. Sevdiğimiz insanlarla sohbet içinde oluruz.

Evet, erkek meramını bir kaç cümle ile ifade ederken, kadın neden yüz cümle ile ifade etmek ister. Bu yüzden sevgi bahçeleri kuruyarak artmaktadır.

Lütfen bilenler bilmeyenlere anlatır mı?

Sevgilerimle...

YAŞAMAK ZAMANI


Tam zamanında açmalısın kapını,
Hayatına girmek isteyenlere…
 
Tam zamanında çıkarmalısın,
Sevginden şımarmaya başlayanları.
 
Tam zamanında affetmelisin kardeşini
Biliyorsan yüreğinde kötülük olmadığını
Seni gecenin üçünde arayıp da
Kafasının iyi olduğunu söylediğinde.
 
Tam zamanında toplamalısın oltanı
Belki de seni şampiyon yapacak
En büyük balığı kaçırmadan.
 
Tam zamanında yaşlandığını hissetmeli
Tam zamanında ölmelisin
 
Iskalamak istemiyorsan hayatı.
Haydi, şimdi kalk bakalım
Silkin şöyle bir

At üzerinden hayatın yorgunluğunu,
Vakit zannettiğinden daha az
Haydi kalk bakalım,
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI
Tam zamanında açmalısın kapını,
 Hayatına girmek isteyenlere…
Tam zamanında çıkarmalısın,
Sevginden şımarmaya başlayanları.
Tam zamanında affetmelisin kardeşini
Biliyorsan yüreğinde kötülük olmadığını
Seni gecenin üçünde arayıp da
Kafasının iyi olduğunu söylediğinde.

Tam zamanında toplamalısın oltanı
Belki de seni şampiyon yapacak
En büyük balığı kaçırmadan.

Tam zamanında yaşlandığını hissetmeli
Tam zamanında ölmelisin

Iskalamak istemiyorsan hayatı.
Haydi, şimdi kalk bakalım
Silkin şöyle bir

At üzerinden hayatın yorgunluğunu,
Vakit zannettiğinden daha az
Haydi kalk bakalım,
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI

Farklılıklar hayatımızı renklendiriyor.

Hepimiz aynı dünyada benzer olayları yaşayarak deneyimliyoruz.
Diğer yaşamlara; kendi yaşamımıza bakarak farklı yargılara varıyoruz.
Bu süreçte herkes aynı düşünceyi paylaşsaydı; aynı düşünceye programlanmış robotlar haline gelirdik.
Farklılıklar hayatımızı renklendiriyor.
Değerlendirme kıstasları çok değişik olmakla birlikte iki ana grupta toplanmakta ... Negatif ve Pozitif…

Tüm hayatımızı negatif ve pozitif düşünme sürecine göre değerlendiririz.
Yani aynı olayı yaşayan iki ayrı insan ayrı sonuçlar çıkarabilir, yaşayabilir, ayrı duygulara kapılabilir hatta bize olayları farklı aktarabilir.
Bu her iki düşünce şekli de kullanıla kullanıla zamanla otomatikleşir ve düşüncelerimizi yönetmeye başlar.

Sonuç olarak; Bizi mutlu ya da mutsuz kılan yaşadıklarımız değil, yaşadıklarımıza yüklediğimiz anlamlardır.

Mutsuzluk, huzursuzluk, kaygı, nefret vs duyguların önünde mutlaka olumsuz düşünce vardır.

Şu andan itibaren yaşadığımız her olaya, kolay yol olan olumsuz düşünceyi tercih ederek tatsız, tutsuz, keyifsiz bir yaşamı mı, yoksa zor ve engebeli yol olan olumlu düşünceyi kullanarak kaliteli bir yaşamı mı kendinize şiar etmek istersiniz...

Anlaşıldı sen birde yaşanmışlık istiyorsun. Pekala!!!!...

Ailesi ve kendisini seven hiç kimsesi olmayan bir yetim kızla ilgili mutluluk üzerine çok güzel bir öykü vardır.

Kendini çok ama çok üzgün ve yalnız hissettiği bir gün, çayırda yürürken, bir çalıya küçük bir kelebeğin takıldığını görür. Kendini kurtarmak için çabaladıkça, dikenler onun narin bedenini daha çok hırpalar. Küçük yetim kız dikkatle kelebeği kurtarır. Uçup gitmek yerine, kelebek güzel bir periye dönüşür. Kız gözlerine inanamaz.
Peri, kıza, "Senin eşsiz iyi kalpli davranışın için, sana bir dilek dileme hakkı veriyorum."der.

Kız bir an düşünür, sonra "Mutlu olmak istiyorum." der.

Peri "Peki" der, ona doğru eğilir ve kulağına fısıldar. Sonra da ortadan kaybolur.
Kız büyüdüğü sürece, ondan daha mutlu kimse yoktur. Herkes ona mutluluğunun sırrını sorar. O ise gülümser ve "Sırrım, küçük bir kızken iyi kalpli bir periyi dinlemiş olmamdır."der.

Yaşlanıp, ölüm döşeğine düştüğünde, komşuları etrafına toplanırlar. Sırrının da onunla birlikte yitip gitmesinden korkmaktadırlar. "Lütfen bize söyle" diye yalvarırlar. "İyi peri sana ne dedi?"

Sevimli yaşlı kadın gülümser ve "Bana şöyle söyledi" der:"ne kadar güvende, ne kadar yaşlı ya da genç, zengin ya da fakir olursa olsun herkesin sana ihtiyacı var"

KÜÇÜK BİR NOT DAHA: Kim demiş " Mutlu olmak zor diye " hayatı ince detayla yaşayan insanlar ufacık olaylarla mutlu olurlar. Uyandığında yastığının altında bulduğu sevgi dolu bir not, sevgiliye sürpriz yapmak, benden bu kadar...
Devamını Gör

Yalvaracak Değilim.

 
Gelmen için

 Yalvaracak değilim
Hayallerimi kurşuna dizip
Savdama hüküm giydirdim
Gözyaşlarım kelepçeli
Yüreğim kara zindanda
Sürgüne gitsem ne olur
Seni sevdiğim için
Pişman değilim
Sebebim olsada sevdan
Bedelini ödeyeceğim
Çözümün kaçmaksa
Kaç sevdiğim
Gelmen için
Yalvaracak değilim...

Sitem



Benimsin diyorsan ya sevdiğim bana
Nasıl kızıyorum bir bilsen sana
Tanrı bile salmış kulunu ortaya
Hangi hakla sahip çıkarsın bana

Bir imzaya, bir yüzüğe varmem başımı
Bilirsin kazanırım kendi aşımı
Yanındaysam, bil ki sevdiğimdendir
Demirbaşa yazma benim adımı...