31 Mayıs 2012 Perşembe

Neden herşey üstüste geliyor

"Neden herşey üstüste geliyor", "neden bu olumsuz şeyler hep beni buluyor". Bu sözleri çok sık
 duyarız zaman zamanda bizim başımızada gelir. Bu gibi sorunların yok etmek veya asgariye indirmek istiyorsak aşağıdaki yöntemi denemenizi öneririm.

Eğer yapılacaklar listeniz yüzünden aşırı bir yük altındaysanız, bir tanesini gerçekleştirmek üzere işe başlayıp üç tane fazladan iş bitiriyorsanız Zebra ...Etkisi deneyimi yaşıyorsunuz demektir.

Yapılacaklar listeniz ne kadar uzun, muhtemelen çok uzun. Gerçekleştirmek içinde oldukça uzun bir zamana ihtiyacınız var. Başka bir işin tamamlanmasına dayanmadan çözemeyeceğiniz bir kalemle bu listeyi gerçekleştirmeye hiç başladınız mı?

Listenize kontrol amaçlı olarak tamamen tamamlanmış olan bir maddeyi eklediniz mi?

Birçok konuyu aynı anda çözmeye kalktığınızda bu konuların birbirleri arasındaki ilişkiler nereden başlanacağı konusunu zorlaştırır. Problemlerin çok olmasının ötesinde karmakarışık olması bizi daha çok rahatsız eder.

Ben buna Zebra etkisi diyorum çünkü dişi aslanların zebra avındaki yüzlerini anımsatıyor bana. Baş edebiliriz ama dişi aslandan öğreneceklerimiz var.

Zebralar dişi aslandan kaçmaya başladıklarında, sürü haline gelirler çünkü en iyi savunmaları üzerlerindeki çizgileridir. Sürü dörtnala giderken çizgiler karmakarışık hale gelirler. Renk körü olan dişi aslan sürü içerisinde tek bir zebrayı ayırt edemez duruma gelir. Eğer herhangi bir zebra sürüden ayrılırsa dişi aslan için kolay bir yem olur. Akıllı avcı dişi aslan istediği zebrayı sürüden ayırmaya çalışır.

Organizasyonel problemler zebralar gibi sürüler halinde gezerler ve aynı zebralar gibi kendilerini korumaya çalışırlar. Sürü halinde gezerek birbirini korumak. Bir avcı olarak yapılması gereken doğru şey ilgili problemi diğerlerinden izole ederek tek, tek çözmektir. Zebra avında olduğu gibi bir problemi çözmek diğer problemin çözümünü kolaylaştırırken, bir tanesini kaçırmak diğerlerini zorlaştırır.

- Karşılaştığınız konular kendi içlerinde problemdirler. Yapmanız gereken sayıyı az tutmaya çalışmaktır.

- Hemen halledemeyeceğiniz problemleri listenizden çıkarıp sonra yapılacaklar listesine ekleyin.

- Bazı konular rahatlıkla diğer konulardan izole edilebilirler. Bunları bulun ve çözün. Daha fazla diğer işlerle bağlantılı olanları çözerek devam edin.

Unutmayın karşılaştığınız problem çözeceğiniz ilk problemdir ama o problemin altında gizlenen diğer problemleri çözmeye başlamadan göremezsiniz. Eğer bu başınıza gelirse dişi aslan gibi başka bir zebraya yönelin.

_ڪے£vgil£riml£

29 Mayıs 2012 Salı

Emin misin?


Yağmurun birgün dinmeyeceğinden, hiç bitmez görünen hayat ırmağının birgün kurumayacağından,
 sizi alıp diyardan diyara gezdiren rüzgârın duruvermeyeceğinden.
Emin misin?

“Ben olmazsam olmaz” dediğiniz işlerin asla sizsiz yapılamayacağından
Emin misin?

Size uzanan ellerin hep yanında olacağından, yüreğinizi verdiklerinizin birgün sırtlarını dönüp gitmeyeceğinden.
Emin misin?

Size hep açık duran kapıların birgün kapanmayacağından ve şaşırıp kalmayacağınızdan.
Emin misiniz?

Güzel bir hayat yaşadığınızdan, yapabileceğiniz herşeyi yaptığınızdan.
Emin misiniz?

Gün gelip istemediğinizi sandığınız kişinin aslında o olmadığına
Emin misiniz?…

“Bunlardan eminseniz sorun yok; eğer değilseniz, biraz daha düşünün ama birçok şey için artık çok geç olduğunu da unutmayın!”

Düşünüyorum da, sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek. Yumuşacık kalbimizin fark edilmesi, naif yönlerimizin keşfedilmesi, cesaretsizliğimizin anlaşılması, korkularımızın paylaşılması sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti.

Kabuklarımızın altında kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız. Ve ne kadar güçlü korunuyoruz, kalkanlarımızın ardında. Hissedilmeden, el değmeden, sevgimizi göstermeden. İstiridyeler, deniz minareleri, midyeler. Kirpiler ve kaplumbağalar gibi. Sahi koruyor mu bizi bu çatlamamış sert kabuk? Kimse incitemiyor mu duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi? Yoksa zarar mı veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize.?

Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor mu gerçek kimliğimizi? Duygularımızı bastırıyor, el ele tutuşmamızı engelliyor mu? Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak. Ne çıkar ateşböceği sansalar beni.?

Belki en hoyrat yürek bile ateşböceğinin o uçucu, masum, sevimli çocuksuluğuna el kaldırmaya kıyamaz?

Güçlü kapıların arkasına kilitlemesem kendimi, korkaklığımı, sevgi isteğimi en insanı yönlerimi kayıtsızca sunabilsem bu sert kabuğun ağırlığından kurtulup bir kuş gibi uçacağım özgürce. Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım karşımdakine.

O da çözülecek belki. Samimi ve güvenliksiz, silahsız biriyle göz göze gelince. Oysa bir görebilsek bunu. Kalmadı böyle insanlar demesek. Güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak. Kırılmaktan korkmasak. İncinsek, yaralansak. Ne olur bir darbe daha alsak. Yeniden açsak kendimizi, atabilsek o kabuğu. Denesek. Risk alsak. Yanılsak. Fark etmez.

Tekrar, tekrar bıkmadan denesek. Ve kucaklaşsak yeniden. Tıpkı eskisi gibi.
Ne olduğunu anlayamadığımız o on beş yıldan öncesi gibi. O zaman fark edeceğiz. Ne kadar özlediğimizi birbirimizi. Neler biriktirdiğimizi, kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi.

Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa. Vakit az, paylaşmak, sarılmak için. Yaşadığımız coğrafya zor, şartları ağır. Yüreği daha fazla küstürmemek lazım. Sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan. Ve koşullar bir türlü düzelmeyen. Sevgiye çok ihtiyacımız var. Ufukta kara bir kış görünüyor. Ancak birbirimize sokulursak atlatırız o günleri.

Kırın o sert, o ağır kabuklarınızı. Kurtulun bu yükten. Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize. Yalnızlığa mahkûm ediyor bizleri. Hem hepimiz bir yıldızız. Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi.

…Evet son bir haykırışla soruyorum; karanlığın içinde kaybolup giden çığlıkları duyabildiğinden, yüreğindeki ışıktan başkalarına da verebildiğinden emin misin?

_ڪے£vgil£riml£

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Farklı Bakış Açısı


Bugün farklı bir bakış açısıyla sizlere merhaba demek istiyorum. Zaman zaman mevsim değişikliklerinde gardolabımızda temizlik yaparız ya. İşte bu davranış biçimini yaşantımıza da uygulamak gerekiyor. Böyle yaptığımızda kendimizi rahatlamış, güçlü ve enerjik hissederiz. Bu duruma olgunlaşma diyoruz.

Artık eskisi gibi beni yoran ilişkiler, yeni tanışmalar, yeni yüzler aramıyorum. Eski dostlukların özetini çıkarmaya başladım.

İlişkilerde tasarrufa gidiyorum her şeyde olduğu gibi ve gereksiz insanları hayatımdan atmak istiyorum. Yapmacık inanmadan konuşmak istemiyorum artık. Beni anlamayanlarla konuşmak cümle kirliliği yaratıyor ve hak edenlere saklıyorum enerjimi. İstediğime söyleme hakkına sahibim. Eleştirme hakkını oluşturan yaşanmışlık ve yeterli yaş faktörü artık bende de var.

“ Ben demiştim”, “Ben bilirim”, “ Ben zaten anlamıştım” sendromunda olanlarla arkadaşlıkları bir kez daha sorguluyorum. İnsan ilişkileri sadeleştirmeye başlayınca sıra iyi ve kötü dostları ayıklamaya geliyor. Kötü gün dostlarını belirliyor ve onlara daha çok önem veriyorsun.

İyi gün dostu bulmak ne kadar kolaysa, kötü gün dostu bulmak bir o kadar zor. Biliyorum, dostlar ihtiyaç olduğunda göçmen gibi sıcağa uçuyor ve sadece seninle birlikte sürüden ayrı düşenler kalıyor.

Zamanın ne kadar kıymetli olduğunu öğreniyorsun buralara kadar gelirken. Uzun düz otobanlardan olduğu gibi, kestirme, bozuk yollardan ulaşabilirsin hedeflerine.

Kestirmeleri de öğrendim gide gele, boş geçen her saniye değerli artık. Daha yapılacak çok şey var ama kendimi çok yormaktan, çok yıpratmaktan yana değilim.

Gerektiğinde "hayır" demeyi öğrendim ve bu kelime başta karşındakine kırıcı gelse de senin için hayat kurtarıcı olabiliyor. Sevgiye önem vermek gerektiğini, zamanı geldiğinde elinde sadece sevginin kalacağını biliyorum.

Sevgi paylaştıkça oluşuyor. Olgunlaşıyor. Aileme ve tanıdığım dostlarıma daha önce göstermediğim sevgi, anlayış ve ilgiyi daha fazla gösteriyorum. Biliyorsun ki gidenlerin ardında sadece iyilikler kalıyor, ne kadar sevgi dolu olduğu hatırlanıp anılıyor.

Bana çok genç olduklarını hatırlatırcasına nedense tecrübelerimi, fikirlerimi sormaya başladılar. Vereceğim yanıtlar belki çok anlamsız geliyor ama yinede dinliyorlar. Ama ben biliyorum ki yaşamadan hiçbir şey öğrenilmiyor.

Yaşamışlığın oluşturduğu bir alçak gönüllülükle gülüyorum sadece. Artık daha temiz ve şık giyinmeye çalışıyorum. Senelerle birikmiş dolaplar dolusu kıyafetler var ve bunları kendimle paylaşmalıyım. İnsan önce kendine güzel görünmeli. Kendi zevkime göre giyinmek istiyorum.

Ayıp, günah ya da ne derler korkuları çoktan geride kaldı. Dostlarımla, yemek yemek hoşuma gidiyor. Ev işleri ve mutfak eskiden bir zulüm iken şimdi zevk aldığım mekânlar arasına girdi. Farklı lezzetler denemek güzel ve kendi lezzetimi kendimle yaratabileceğim belli bir damak zevkim ve kültürüm oluştu.

Sezen’in şarkısındaki gibi anneni daha sık düşünüyorsun ve hatta anlıyorsun. İşte bu yeni alışmaya başlanan ve giderek hoşa giden yeni duruma “OLGUNLUK” deniyor. Yaşanmışlığın görmüşlüğün, geride kalmış üflenmiş doğum günü mumlarının bir sonucu kendiliğinden ortaya çıkıyor, hayatın bir dönemecinde bu olgunluk...

Herkese göre, ne kadar dolu yaşadığına göre değişiyor bu “olgunluk” Ne zaman olgunluk çağına gelmek, inanın bana hayattaki düşüşler, zor alınan virajlar bu zamanı hızlandırıyor. Kendi dünyanın küçüklüğünü keşfetmek ve buna rağmen kendinin kıymetini bilmek çok işe yarıyor..

Bir gün hepinizin bu huzurlu olgunluğunu bulmasını diliyorum...


_ڪے£vgil£riml£

Çok şey var...

 
 
Türk Hava Yolları’nın İstanbul-Hong Kong uçağında çiş krizi yaşandı. Alkolün dozunu kaçıran bir
yolcu diğer yolcuların şaşkın bakışları arasında uçağın koridoruna çişini yaptı.

Ne var bunda diyeceksiniz...
Çok şey var...

Uçaktaki onca yolcu, ben diyeyim 30, siz deyin 50 o sarhoşu oracıkta anasından emdiği süt burnundan gelene kadar dövmemişlerse, kibarca hostese şikâyet etmişlerse, hostes de kibarca adamı uyarmışsa -ki aynen öyle olmuş- bunda çok şey var.

(Bu arada bu adamın kendini bu kadar kaybedecek kadar sarhoş olduğuna da inanmıyorum, havalanına gelmiş, biletini almış, güvenlikten geçmiş, uçağına binmiş, doğru koltuğa oturmuş, o ana kadar hiçbir taşkınlık belirtisi göstermemiş, bağırıp, çağırmamış, kusmamış)

O uçakta yolcular yerine eşekler seyahat ediyor olsaydı durum farklı olmazdı, belki eşekler daha cesur çıkardı adama birkaç çifte atarlardı.

Ya Türk milletine ne demeli, tepkisizdir efendim. Üzerine ölü toprağı serpilmiştir. Bu millete itirazım var evet, bu Türk milletine itirazım var.

_ڪے£vgil£riml£

22 Mayıs 2012 Salı

Aristo şöyle diyor

 
 
Epiktetos yirmi asır önce demiştir ki: “Kader önünde sonunda şöyle veya böyle günahlarımızın
 
bedelini önümüze koyar. Görünen ya da görünmeyen zaman içinde herkes günahlarının bedelini öder. Ektiğini biçer.

Bunu bilen kişi kimseye kızmaz, gücenmez, kimseyi aşağılamaz, kimseyi itham etmez, kimseden nefret etmez, kimseye kin tutmaz. Bunu bilen insan karşılaştığı aksiliklere şaşmaz. Önüne çıkan madd...i-manevi engellerin kendi günahlarından başka bir şey olmadığını bilir.”

Düşmanlarınızı düşünmek için ayıracağınız bir dakika bile düşmanlarınızdan daha değerlidir. Nefret ve intikam hissi size büyük zararlar verir.

Aristo şöyle diyor: “İdeal insan iyilik yapmaktan zevk alır. Kendisine iyilik yapılırsa mahcubiyet duyar. Çünkü iyilik yapmak üstünlük işareti, bir iyiliğe muhtaç duruma düşmek zaaf işaretidir.”

Karsılaşacağımız nankörlükten dolayı üzülmemek için hazırlıklı olalım.

Karşılık beklemeden iyilik yapalım.

Mutluluk minnet beklemekte değil, minnet gösterilmesinden rahatsızlık duyulacak olgunluğa erişmektir.

Sekiz Özel Armağan;

1) DİNLEME: Kesmeden, hayal kurmadan vereceğiniz cevabı düşünmeden can kulağıyla dinleyin. Ama gerçekten dinleyin.

2) SEVGİ: Kucaklamalar, öpücükler, sırt sıvazlamalar ve el tutmalar konusunda cömert olun. Bu ufak hareketler, aileniz ve dostlarınıza olan sevginizi daha açık göstermenizi sağlayabilir.’
3) KAHKAHA: Fıkra anlatın, neşeli hikâyeleri paylaşın. Bu armağanınız “Seninle birlikte gülmeyi seviyorum” anlamına gelir.

4) YAZILI BİR NOT: Basit bir “Yardımın için teşekkürler” notu, ya da belki bir şiir. Kısa, elle yazılmış bir not bazen ömür boyu hatırlanır.

5) İLTİFAT: Basit, içtenlikle söylenen bir söz (“Bu renk sana ne çok yakışmış” ”Harika bir iş çıkardın”, “Yemek nefis olmuş” gibi) karşınızdakinin içini aydınlatır.

6) İYİLİK: Her gün, rutininizi kırıp birisine hoş, nazik birşey yapın.

7) YALNIZLIK: Bazen tek istediğimiz yalnız kalmaktır. Bu anlara duyarlı olun ve ihtiyacı olana yalnız kalma armağanını verin.

8)NEŞELİ BİR YAPI: Birine tatlı bir söz söylemek gibisi yoktur. Fırsat buldukça insanlara hoş sözler söyleyin.

ڪے£vgil£riml£.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Nasrettin Hoca'ya sormuşlar:

 

 “Kimsin?”
“Hiç” demiş Hoca,
“Hiç kimseyim.”

... Dudak büküp önemsemediklerini görünce, sormuş Hoca:
“Sen kimsin?”
“Mutasarrıf” demiş adam kabara kabara.
“Sonra ne olacaksın?” diye sormuş Nasrettin Hoca.
“Herhalde vali olurum” diye cevaplamış adam.
“Daha sonra?” diye üstelemiş Hoca.
“Vezir” demiş adam.
“Daha daha sonra ne olacaksın?”
“Bir ihtimal sadrazam olabilirim.”
“Peki, ondan sonra?”
Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp son makamını söylemiş:
“Hiç.”
“Daha niye kabarıyorsun be adam.
Ben şimdiden senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım:
"Hiçlik makamında"

Düş kurabilmek

 
Pırırl pırıl bir pazar sabahından sizlere merhaba. Bugün sizden rica etsem düşünü veya düşlerini bizimle paylaşır mısın?

Çok genç bir dostumun “Artık düş bile kuramıyorum” diyen sesindeki çaresizlik üstüme bir karabasan gibi çöküyor. Onu rahatlatacak bir şeyler söylemeye çalışıyorum. “Bu günler geçici” demek istiyorum. “Güzel günler bekliyor sizi ilerde. Hele bak, göreceksin, biraz zaman tanı ken...
dine, yeniden düş kuracaksın”, demek istiyorum. Ona umut dolu bir soluk vermek isterken, boğazımdan kendime bile yetmeyen cılız bir nefes çıkıyor.

Son birkaç yıldır çevremizdeki çember giderek daralıyor. Ekonomik kriz artık ölüm-kalım savaşına dönüştü. Gelecekten beklentisi olmadan, yalnızca bu günü kurtarmaya yönelik, köleler gibi çalışmaktan başka hiçbir seçeneği olmayan gencecik insanlar, düş bile kuramıyorsa nasıl soluklanacaklar?

Düş kurabilmek, hayalcilik ya da gerçeklerden kaçmak değildir. Bir anlamda geleceğe yönelmektir. Beklentidir. Yaşamımızdan eksilenlerin yerine bir şeyler koymayı düşünmektir. Bir anlamda umudu kaybetmemektir düş kurmak...

Yaşama güvensizlik, bu günü bile aramaktan korkmak, yalnızca günü yaşama adına canhıraş bir güçle çalışmak... Düzenimizi koruma adına verdiğimiz ödünlerden boğazımız daralıp kişiliğimizi korumak bile bunca zorlaşırken, yeniden düş kurmanın yolunu nasıl bulabileceğiz?

Düşünüyorum o günden bu yana... Çıkar yolu nedir bu düzende yaşamayı öğrenmenin? Belki düşleri daha daraltmak, belki gerçekleri yadsımadan yaşamayı öğrenmek... Her değişen koşulda dengelerimizi yenilemek zorundayız. Bunu yapamadığımızda, kendimize olan sevgi ve saygımızı da yok edebiliriz. Gerekli önlemleri alamazsak bu günü yaşama adına vermek zorunda olduğumuz ödünler boğazımıza ilmik olacak ve giderek soluğumuzu kesen bir düğüme dönüşecektir. Özümüzü koruma ve kollama adına küçük mutlulukları yakalayarak biraz dinginleşir miyiz?

Yol kıyısındaki bahar dallarının kokusunu içimize çekmek, evimizin girişindeki ortancanın yeni açan yaprağını okşamak, gece yatağımızda rüzgarın uğultusundaki ezgiyi ninni gibi dinlemek, içinde bulunduğumuz kısır döngünün dışında bir yaşamın var olduğunu duyumsatabilir mi bize?

Doğanın tüm zorlayıcı koşullara karşı direnerek yenilendiğini gördüğümüzde, yaşamdaki zorlukların bir şekilde yaşanması gerçeğiyle yüzleşmek kolaylaşabilir. Korkmadan ve tüm gücümüzle kötü koşulları göğüsleyebildiğimizde, gücümüzün kaynağının sınırsız olduğunu görebiliriz.

Yaşamı sürdürme adına göstereceğimiz çabalar umudu yakaladığında, göreceğiz ki düşlerimiz yeniden yeşerecek...

_ڪے£vgil£riml£.
Devamını Gör
Fatoş Biçici ve 48 diğer kişi ile birlikte.

18 Mayıs 2012 Cuma

Uykum kaçmıştı bir kere

 

Gecenin sıcağında açık pencereden içeri süzülen rüzgar, yüzümü okşuyordu Bir türlü uyku tutmuyor anılarsa, gözümün önünden gitmiyordu. Sağa sola dönmekten başım ağrımaya başlamıştı. Yalnızlığı içime bir türlü sindirememiştim. Evlendiğimizde mutluluğumuz, geleceğe ait verilen sözler, bir kenara itilmişti şimdi. Araya giren bir kadın güzel mutluluğumuzu bozmuştu. Tek taraflı olamazdı hiçbir zaman suç.. Kabahat yanızca kadında mıydı? Hayır tabii.. En büyük suç eşimdeydi. Neden mutluluklar ve sevgi bir zaman sonra bitiyordu? Kadın her zaman çok seven, eşine bağlı, ya erkek, hep arayışlarda.

Uykum kaçmıştı bir kere, teselli sanki sigaradaydı. Anılar ise gözümün önünde dün gibi, biri bitiyor biri başlıyordu hayallerimde. En kötüsü ise yalnız kalmaktı. İnsanın bir nefese ihtiyacı vardı. Çocuğu evlenmiş kendi hayatlarıyla mücadele ediyordu. Sık sık arardı. Ama ya geceleri..

Bomboş bir karanlık, içi dolmayan geceler, uyandığımda yalnızlığımı yüzüme vuran sabahlar. Ne yapmalıydım? İkinci bir evlilik mi? Ya yine eşim beni bırakıp giderse? Bu sorular bitmiyordu düşüncelerimde. Bazen yastığı ağzıma kapatıp saatlerce ağlıyordum. Kimse duymasın kimse bilmesin mutsuzluğumu diye.

Bunalımlı günlerle mücadele ederken, bir şirkette karşılaşmıştık onunla..
Göz göze geldiğimizde, yüreğimden bir şeylerin aktığını hissettim.
Gülümseyerek yanıma gelmişti.
-Merhaba size yardımcı olabilir miyim? Adım Salih muhasebe müdürü.
-Memnun oldum efendim benim ismimde Jale. Şirketin departmanında hukuk müşaviriyim
-Aaaa evet sizinle konuşuyoruz ama tanışmamıştık. O zaman bu gece ki toplantımıza da katılacaksınız.
-Tabii efendim. Benim işim bitti gitmem gerek. Görüşmek üzere.
-İyi günler Jale Hanım görüşmek üzere.

Ne harika biri, bana neler oluyor diye düşünüyordu. Yüreği, ilk görüşte aşk bu olsa gerek derken, aman boşver aşk da neymiş diyordu mantığı..

Akşama harika olmalıydı. Her zaman giyimine, saçına önem verirdi. Belki de tek oyalandığı, kendini mutlu hissettiği yer, kuaför ve giyim mağazalarıydı. İşine geri dönmeyecekti. Fazla yapacağı bir işi de yoktu zaten. Kendini soluk soluğa, bir alışveriş merkezinin önünde buldu. Gökkuşağının bütün renklerinin, üzerinde olduğu, harika bir elbise beğenmişti. Oradan da kuaföre gitti. Saat sekiz de başlıyordu toplantı. Her sene olan, geleneksel yemeğiydi çalıştığı şirketin. Yaşı kırkbeşi aşmasına rağmen, hâlâ genç görünüyordu. Hele aldığı kıyafet, on yaş daha gençleştirmişti onu.

Eve geldiğinde gözlerine inanamadı. Saat altıyı geçmişti. Aklına gelmemişti saatine bakmak hiç. Gideceği yol bir saatlik mesafedeydi.
-Neyse canım taksi çağırırım. Otobüslerde sürünecek halim yok diye düşündü. Karnı çok açtı ama toplantı nasılsa yemekliydi. Aceleyle giyindi. Son kez aynaya baktığında harika görünüyordu. Telefon edip bir taksi çağırdı.
Şoföre Pera Palas'a gideceğim dedi.
-Tamam efendim.
Biraz sonra kraliçe edasıyla arabadan iniyordu.
Kapıda ilgili kişiye davetiyesini gösterdi. Aslında nedense kalabalıktan hoşlanmazdı fazla...Ama bu toplantı gerçekten onun için önemliydi. Kendine oturacak bir yer ararken, karşıdan Salih beyin geldiğini gördü.
-Jale hanım bizim masamıza buyurun.
-Çok naziksiniz teşekkürler Salih bey.
Beyaz pantolon ve yakası açık mavi gömleğiyle harika yakışıklıydı Salih.
Elli yaşını geçmesine rağmen evlenmemişti. Kaç kere nişanlandıysa bir türlü evliliği tadamamıştı. Artık evlenmem diyordu kendi kendine. Jale'yi gördüğünde hayran kalmıştı. Tam idealimde ki kadın diye düşünüyordu.

Yemek güzel sohbetler ve şirketin ileri gelenlerinin konuşmalarıyla devam ediyordu. Salih Jale'nin tam karşısında oturuyor ve gözlerini hayran olduğu kadından bir türlü ayıramıyordu. İlk bakışta hiçbir kadına böyle duygular beslememişti. Saat onikiye geliyordu. Yavaş yavaş toplantıya katılan kişiler, kalkmaya başlamışlardı. Jale'de yalnız olduğu için,
-Ben de kalkmalıyım geç oldu dedi.
Salih hemen atıldı.
-Jale hanım ben sizi eve bırakırım.
-Lütfen yorulmayın ben, taksi çağırıp giderim.
-Olur mu efendim sizi yalnız yollamam. Buyurun çıkalım.
-Peki, nasıl isterseniz.
Aslında bu teklif Jale'nin de hoşuna gitmişti. Kendinle mücadele veriyor. Salih'in anlamasını istemiyordu.

Araba da ikisi de sessizdi. İlk olarak sessizliği Salih bozdu.
-Ne tarafta oturuyorsunuz Jale hanım.
-Beylikdüzü siz,
-Kadıköy,
-Keşke taksiyle gitseydim. Şimdi siz giderken aklım siz de kalacak.
-Merak etmeyin eve gider gitmez ararım sizi.
-Çok teşekkürler.
-Sizi merakta bırakır mıyım hiç.
-Evinin kapısında iniyordu Jale, teşekkür ederek..
Birbirlerine telefonlarını verip el sallayarak ayrıldılar.

Hayatının akışı birden değişmişti Jale'nin. Kader bana da gülüyor artık, çok şükür diyordu. Birbirlerine deliler gibi aşık olmuşlardı. Artık evlenmeye karar vermişler, ama tek sorunsa Jale'nin oğluydu. Annesiyle ilgilenmediği gibi, annesinin evlenmesini de istemiyordu. Çocuğuyla Jale'nin arasında bayağı tartışmalar oluyordu. Salih'de bu duruma çok üzülüyordu.
-Gel evlenelim ona haber vermeyelim. İlerde nasılsa alışır diyordu.
Jale çocuğunun üzerine titreyen bir anneydi. Evladını üzmek istemiyordu ama, Salih'i de çok seviyordu.
-Salih gel evlenmeyelim ama, birbirimizi hep sevelim. Her fırsatta görüşürüz. ne dersin?
-Olur mu hiç canım. Ben sabah gözlerimi açtığımda, seni kollarımın arasında bulmak istiyorum. Bu kadar da eziyet olmaz ki. Hiç bir bahanemiz yok ama uzatmalı âşıklar gibi yaşayacağız. Nerde görülmüş ki..

Bu düşünceler, ikisinin arasında soğukluklar yaratıyordu. Salih bir an öce evlenmek istiyor Jale ise, çocuğuyla arasını bozmak istemiyordu. Bir yanda da mutluluğu, sevdiği aşkı vardı. İkisinin arasında kalmak ne zor du.

Düşüncelerinin arasında kaybolmuştu Jale. Gözlerinin yaşı dinmiyordu. Çocuğuyla her konuştuğunda, hep aynı tepkiyi alıyordu. Yapacak bir şey yoktu. Çocuğu onun için çok kıymetliydi. Evlenmekten vazgeçeceğim diyordu.
Salih'e söyleyecekti. İsterse, bir ömür boyu onun olacaktı, kimsenin duymaması kaydıyla.

O da... Öyle emindi ki kabul etmeyecekti böyle durumu.
Ne yapayım kader diyordu. İlk defa karşısına bu kadar çok sevdiği biri çıkmıştı. Unutacaktı Salih'i ve bir daha hiç kimseyi sevmeyecekti. Sevmeyeceğim diyordu kendi kendine, bir daha hiç kimseyi sevmeyeceğim

Senin için

 
Senin için_________ yasak dediler...
-Yasaklar çiğnenmek içindir dedim.

-Senin için _________imkansız dediler.
-Önemli olan imkansızı başarmak dedim.
...

-Senin için olmaz dediler.
-Dünyada olmayacak___ şey yok dedim.

-Senin için zor dediler.
-Kolay olsaydı değeri olmazdı dedim.

-Onda bulduğun _______nedir ki dediler.
-Herkeste arayıp bulamadığım dedim.

-Ona öyle nasıl bağlandın dediler.
-Ben değil o “bağladı” dedim.

-Oda senin gibi _______sevdi mi dediler.
-İşte cevap veremediğim tek şey buydu.

-Eğer bunu bilmiyorsan vazgeç dediler.
-“Vazgeçecek olsaydım __sevmezdim” dedim.
Devamını Gör

Merhaba,

 

 Her gün yeni bir gün başlıyor. Bazen sevgilimizden, bazen işimizden, bazen yaşadığımız yerden ayrılıyoruz ve yeni bir güne başlıyoruz. Bazen umutlarımız ve beklentilerimizi karşılayan bazen de karşılamayan başlangıçlar yaşayabiliyoruz. Daha güçlü ve başarılı başlangıçlar elimizde mi?

Her yeni gün, her gün yeni bir başlangıç
...

Gelelim genel anlamda başlangıçlara. Unutmamanız gerekenler ve boşuna kendinizi üzmemeniz gereken şeyler var;

Geçmişi değiştiremezsiniz...

İçinde kendinizin yer aldığı geçmişi unutmak mümkün değildir. Hayat bir repertuardır yani iyisiyle ve kötüsüyle sizin yaşanmışlıklarınızı taşır. Geçmişin başarıları kadar başarısızlıkları da sizinle beraber gelir. “Sıfırdan başlamak” diye bir şey yoktur.

Herşeyi olduğu gibi görmeye çalışın...

Güneşin doğuşuna, güzelim manzaraya bakarken size de bana olduğu gibi çok özel görünebilir. Bazı şeyleri olduğundan farklı görmeye meyilliyizdir ve hatta buna ihtiyaç duyarız. Her ne görüyorsanız görün unutmayın dünya değişmiyor.
Ayaklarınız yere bastığı sürece ne gördüğünüz önemli değil.

İlhamı gerçek şeylerde arayın…

Size bir şeylerin ilham vermesi için boş boş duracağınıza, rasgele internette gezineceğinize, nerelere odaklanıp gerçek değere ve faydaya ulaşacağınızı önce belirleyin ve vaktinizi boşa harcamayın.

Geçmişi bugünü aydınlatmalı…

Geçmiş tecrübeleriniz bugünkü kararlarınızı doğru vermenizi sağlamalı. Aynı hatayı iki kere yapana aptal derler. Siz yeni seçimlerinizde daha akıllı olun.

Unutmayın bir kapı kapanırsa başka bir kapı açılır, bir giderse bin gelir. Bazen kapılar kendileri açılırlar bazen açmanız gerekir.

Belki de kapı size açıldı. Kapıyı en son ne zaman kontrol ettiniz?

_ڪے£vgil£riml£.

15 Mayıs 2012 Salı

Merhaba,



 Sevgi bahçesinde gül yetiştirmenin önemine inanan eyy gül yürek. Bugün ki sohbetim “sevgi” üzerine olacak. Gönül çağlayanımdan güzel yüreğine seherde damlayan şebnemler misali birkaç damla düşürebilirsem ne âlâ.
Aşk dolu gönlüne bir “Sevgi Buketi” sunmayı düşünüyorum. Gerçi duyarlı hassas gönlün, sevginin ne kadar önemli olduğunu benden çok daha iyi bilir.
Ama bu yaşlı adamında bir tutamda olsa bu çorbada tuzu bulunsun istedim.

Kalplerin anahtarı, ruhların gıdası sevgidir. Çünkü sevginin açamayacağı hiç bir kapı yoktur. İnsanın hayatı sevmesi için birçok neden vardır ki, bunları saymakla bitiremeyiz. İnsan ne kadar mutsuz, karamsar da olsa yine hayattan vazgeçmek istemez. Hayatı sadece madde olarak değil, manen ruhsal duygular ve hislerle de yaşamak olduğunu bilir. Dünyadaki her şeyi sevebilmek için insanın önce kendini sevmesi gerekir. Kendini seven başkalarını da sever. Onlarla tanışır, görüşür, dertlerini ve sevinçlerini paylaşır.

Tanışmak, birlikte başlamaktır.
Birlikte solumak, birlikte duymak, birlikte zorluklara dayanmak ve katlanmaktır.
Tanışmak sele dönüşen bir rahmet içinde birlikte sırılsıklam ıslanmaktır.
Birbirini sevenler, dinleyenler, birbirine söyleyenler, uyaranlar ve uyarılanlardır.
Tanış olmak, evrene, eyleme, sorumluluğa ve sabahlara beraber uyanmaktır.
Tanışmak; Mevlana’nın dediği gibi “Dilsiz dudaksız konuşmak, bakışmak, bağışlamaktır. Barışmadan, bağışlamadan Hakk’a ulaşılmaz.”

İnsanoğlu kendine saygı ve güven duyduğun sürece, en önemlisi de sabrettiğinde hayatı tüm güzellikleriyle sever.
Sabırla tüm duygulara gem vurulur, sabır esenlik, barış ve huzurdur.
Sabır tükenmez bir hazinedir.
Sabır, yüzünü ekşitmeden acıyı yudumlamaktır.
Sabır en güzel huydur.
Başkalarının eksik ve hatalarını aramak yerine, öncelikle kendi eksik ve hatalarımızı bularak başlamalıyız. Hatasız dost arayan dostsuz kalır. Kusur aramak bize bir şey kazandırmaz.

Hayatta mutlu olmanın bir yolu da herkesi olduğu gibi kabul etmektir. Ruhumuzu, kişiliğimizi her zaman iyiye, doğruya, güzele yöneltebilmeliyiz. İnsanları farklı özellikleriyle, hata ve kusurlarıyla sevmeliyiz.
Ne derler? “Hatasız insan olmaz”, “Beşer şaşar.”

Sevgi sihirli bir sözcüktür, bütün kapıları açar, hayatımızın vazgeçilmez tutkusudur, onsuz yaşam düşünülemez.
Sevgi sonsuz pınardır, sevgi yaşama amacıdır.
Sevgi paylaşmaktır, önce sev sonra ne yaparsan yap diyen ne güzel söylemiş.
Sevgi, sevilen için kabule en yakın duadır.
İnsanların güven bunalımını aşmasının en emin yolu sevgidir.
Her öğrendiğimiz şey kendimizi yenilememizi sağlar.

Sevgimizi artırmak mı istiyoruz? Gelin o zaman sevdiğimizi belli edelim, konuşurken gözlere bakalım, acıları dinleyelim ve paylaşalım, başarıları takdir ederek duyguları anlamaya çalışalım.

Stres yerine neşe, karamsarlık yerine ümitli olmayı denemeliyiz. Elimizdekinin kıymetini bilip, bundan mutluluk duyabilmeliyiz.

Sevgiyle yaşayan sevgiyle ölür. Sevgi dolu bir kalbe ve gönüle kavuşmak için sevgi cennetlerine adım atmaya hazır mıyız? Seven insanlar bileşik kaplar gibidir, hemen birbirine akmaya başlar, sevgi ne kadar kuvvetli ise, o ölçüde davranış diğerine yansır, aynileşme olur, seven sevdiğinin haline girer, sevdiğimiz insanın birçok özellikleri biz de aynen görülür. Bundan dolayı bir insan kendini tanımak istiyorsa, sevdiği kişilere yani arkadaşına, dostuna baksın. Gerçek bir dostun varsa hassas bir çiçeği saklar gibi, değerli bir elması saklar gibi saklamalısın. Gerçek dost sevdiğinin sıkıntılarına katlanabilendir.

Büyüklerimiz “önce dost, sonra yol derler”. Dostluğun ve arkadaşlığın önemini belirtmek için, “dostluk bir ihtiyaçtır, dostumuzun kaliteli biri olmasına mı, yoksa bize yarar sağlayacak biri olmasına mı dikkat ediyoruz” derler. Sevgi iki gönül arasına çekilen görünmeyen bir hattır.

Sevenler sevdiklerini gönüllerinden ve dillerinden düşürmezler.
Bir olay karşısında aynı duyguları paylaşır, âdeta iki beden de bir yürek haline gelirler. Seven insan sevdiğine hayrandır,
onu taklit etmeye başlar.
Sevgiyle acılar tatlılaşır,
sevgiyle dertler şifa bulur,
sevgi zindanları gül bahçesine çevirir,
sevgi karanlığı aydınlığa döndürür,
nâr (ateş) nûr olur.
Sevgi ile kederler sevinç, üzüntüler neşe ve sevinç olur.
Aç bir kuş, susuz bir çiçek neyse, sevgisiz çocukta odur.
Sevgi pırıltıları yüreklerde ışıldamalıdır.

Sevgi, evin sağ direği,
saygı sol direği,
güven ise evin çatısı gibidir.

Her daim sevgide kalın….
_ڪے£vgil£riml£.

37 önerim var;


Herkes hayatını daha güzelleştirmek ister ve bu konuda yaratıcı bir şeyler yapar, yapmaya çalışır. Ama yaratıcılık eğer siz onun peşinden gitmezseniz size uğramayabilir. Yaratıcılığını geliştirmek için size 37 önerim var;

1. Sabah kalktığınızda nefesinizi yeterince açacak kadar egzersiz yapın. Egzersiz yaparken sadece egzersize odaklanın. Daha sonra duşa girip rahatlayın. Bazı problemlerinize çözüm bulduğunuzu ve yaratıcı fikirlerin akın ettiğini göreceksiniz.

2. Eğer egzersiz yapmıyorsanız derin düşünme ile başlayın güne. 15 dakika sakin bir şekilde oturun, kafanızı boşaltmaya çalışın. Süre bittikten sonra elinize bir kâğıt kalem alın ve aklınıza gelen yaratıcı fikirleri yazmaya çalışın.

3. Eğer uyandığınızda rüyanızı hatırlıyorsanız yazın. Anlamaya ya da analiz etmeye çalışmadan sadece yazın. Rüyalar sıcağı sıcağına hatırlanır.

4. Cebinizde, masanızda, çantanızda, yatağınızın yanında bir küçük not defteri ve kalem tutun. Aklınıza gelenleri hemen not alın. Daha sonra bir kutu ayarlayın ve bu notları onun içine atın. Teknolojiyi sevenler ses kayıt cihazı da taşıyabilirler.

5. Ne zaman bir probleminiz olsa kutuya gidip yazdığınız fikirlere göz atın. Aslında yaptığınız çözüm bulmak değil o an için beyninizi problemden uzaklaştırmaktır. Siz kartlara bakarken beyniniz farklı çözümler için vakit kazanır.

6. Kartları da konularına göre ayırabilirsiniz. Rüyalar, fikirler, yapılması gerekenler vb. Bu sizin fikirlerinizi düzenleme ve sıralamanıza yardımcı olabilir.

7. Mutlaka yanınızda bir not defteri taşıyın. Aklınıza gelen fikirleri buraya yazın. Çoğu zaman bazı fikirler diğer fikirleri doğururlar.

8. Günlük tutun. Her yıl düzenli olarak yenileyin.

9. Eğer günlük tutmuyorsanız başlayın. Yazmayı sevmiyorsanız bilgisayarı kullanın. Günlük özel bilgilerinizi içerir, herkesle paylaşabilirsiniz.

10. Eğer günlük yazmak istemiyorsanız dergilerden keseceğiniz resimleri ve yazıları yapıştırarak ta yapabilirsiniz. Böylece sadece görsel bir günlüğünüz olur. Hayatınızın fotoromanı gibi. Ve hata kocaman bir defter ile daha keyifli hale getirebilirsiniz.

11. Eğer sürekli profesyonel dergi ve siteleri okuyorsanız şimdi tamamen alakasız bir şeyleri okuyun. Beyninize mola verdirmek yaratıcılığınızı artıracaktır.

12. Eğer sadece gizemli ve romantik romanlar okuyorsanız sizde farklı bir konu bulun.

13. Ayda bir kendinize özel bir vakit ayırın. Sizi ruhen rahatlatacak bir şey yapın. Alışveriş, doğada yürüyüş, müze ziyareti, bilmediğin yerlere seyahat her ne olursa..

14. Arkadaşlarınıza, eşinize ve çocuklarınıza onlarla ilgili sevdiğiniz 6 özelliği söyleyin.

15. Çocukluğunuzda sevdiğiniz oyuncakların listesini yapın. Hala oynamayı sevdiğiniz hangisi? Neden hala çekici geliyor size?

16. Filmi çekilmiş bir kitabı okuyup daha sonra filmi seyredin. Hangisi daha iyi idi? Daha iyi olması için ne gerekirdi? Tercihiniz hangisi? Açıklayın.

17. Resimli çocuk kitaplarını karıştırın ve beyninizin hareketsiz bölümlerini canlandırın.

18. Hobiniz olsun. En azından deneyin. Hem işinize yarayabilir hem de sizi rahatlatabilir.

19. Sizinde herkes kadar zaman hakkınız var. Eve iş götürmeyin kitap okuyun.

20. Eğer çocuklarınız varsa onlara yüksek sesle kitap okuyun.

21. İşinizden vaktinde çıkın ve diğer zamanı size çekici gelen şeyler için harcayın.

22. Evde 6 tane eşya seçin ve bizim kültürümüzü hiç bilmeyen uzaydan gelmiş birine bunları nasıl açıklayacağınızın oyununu oynayın.

23. Bir hafta televizyonu kapatın. Bağlılığınızı ölçün. TV’siz zamanı nasıl geçireceğinizi bulun.

24. Sizden farklı fikirlere sahip çevrimiçi gruplara girin. Sadece onların bakış açılarını inceleyin, müdahale etmeyin. Bu sizin kendi düşünceleriniz ya da onların düşünenlerin değiştirmeniz için değil aksine farklı açıları görebilmeniz içindir.

25. Diğer dinler hakkında bilgi toplayın. Birçok farklılığın temelinde dinler yatar. Onlar anlamak farklı bakış açılarını anlamak için çok faydalıdır.

26. Bir çizgi çizin. Yanına bir kare çizin. Onun yanına bir daire çizin. Hangisi yanlış? Birçok problemin birden fazla yanıtı vardır. Tek doğru yanıt gerçekçi değildir.

27. Çevrenizdeki şeylerin nasıl ve neden olduklarını inceleyin? Mikrodalgada neden cam kap ısınmıyor, tv’nin sesini açınca daha çok elektrik harcar mı? vb.

28. Üç kişi düşünün. Sizin hatalarınız hakkında ne düşüneceklerini yazmaya çalışın. Hatalara ilişkin şu egzersizleri yapın;
— Başka birinin hatasını çizmeye çalışın ve komik olanı bulun.
— Hata yapmakla ilgili bir şarkı uydurun
Burada önemli olan bizim hatalarımızdan nefret edip onları düşünmekten kaçınmamız. Bazı hatalarımız hâlbuki bizim için ciddi fırsatlar doğurabiliyor.

29. Birisi bir şey anlattığında sizinde başınızdan geçen benzer bir şeyi anlatmayın. Sadece ne hissettiğini, bir daha olsa ne yapacağını vb. sorular sorun. Ya da hayatta beklenmedik durumlarda ne yapacaklarını sorun? Gece anahtarını kaybettin ve evde kimse yok. Ne yaparsın?

30. “Bilmiyorum” demek erdemine sahipseniz, mutlaka “öğrenme” gayretinde sahip olun.

31. Defalarca seyrettiğiniz 5 film nedir? Size çekici gelen tarafı nedir? Hayatınızın o filme benzer tarafları nedir?

32. Sizi çok kızdıracak bir akmayı hayal edin. Sunum yapacağınız bir konferansa gecikmek vb. Bu aksaklığı 10 farklı açıdan değerlendiren bir yazı yazın.

33. Mezarlıkta yürüyüş yapın. Mezar taşlarını okuyun. Hangi taş o kişinin neden vefat ettiğini size merak ettirdi? Bu taştaki mesajı yazın ve başkalarına okutun. Onlarda merak ederlerse düşünce tarzınız ortak demektir.

34. Mükemmeliyetçi olmak için ne kadar zaman harcadığınızı hesaplayın. Avantajlarını ve size maliyetini çıkarın.

35. Bugün size yapılan bir espriyi ya da şakayı yazın.

36. Dünyanın en kötü patronu ile çalıştığınızı düşünün. Daha kötü ne olabilir diye düşünün deneyimin size ne kazandırdığını düşünün. Patronunuzun karakteri sizin karakterinize ne kadar yansıyor?

37. İki omlet yapın. Birini istediğiniz gibi diğerini kötü. Bu size neyi öğretir düşünün.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Ne desem bilmem ki!..



Olur, olmaz her şeye ağlayan 'Anne' kocasının ölüm haberi aldığında evi badana ediyordu... Elinde
badana fırçası olduğu yere çöktü, kaldı...
Ağlamadı...
Konuşmadı da...
Günlerce konuşmadı...
Demiryolcu olan kocası bir tren kazasında ölmüş, beş çocukla dul kalmıştı.
Büyük kızı evliydi, bir sonraki kızı Hukuk Fakültesi'ne gidiyordu.
40, 50 bin nüfuslu bir doğu kentinde kızını ta Ankara'lara, hukuk fakültesine göndermek kolay bir iş değildi o dönemde.
Hısım, akrabanın konu, komşunun fiskoslarına aldırmamış okumaya göndermişti kızını...
Büyük oğlu lisede, ortanca oğlu ortaokulda, en küçük oğlu ise ilkokulda okuyordu.
Çocukken gönderildiği Kuran Kursu'nda Arapça ve Osmanlıca öğrenmişti.
Türkçe okuyup, yazmayı çocukları ilkokula başladıktan sonra, onlara ders çalıştırmak için öğrendi...
Bu sayede tanıştı dış dünya ile.
Kocasının her akşam eve getirdiği gazeteleri okuyarak...
Akıllıydı...
'Reis' derdi kocası ona...
Her türlü ev işinden başka tarla, bahçe işleri ile de o ilgilenirdi...
Buna rağmen çok severdi kocasını.
Hala da çok sever.
Arada bir rüyasında görür onu.
Gördüğü rüyayı unutmasın diye gecenin bir yarısı çocuklarını uyandırıp anlatır...
Çocuklarını büyütüp, yetiştirmesi ise uzun hikâye...
Kocasının ölüm haberini aldıktan üç gün sonra ağzını ilk kez açtığında söylediği ilk cümle 'gideceğiz buradan' oldu.
Bu karara karşı çıkan hısım akrabaya 'çocuklar' diyerek direndi. 'Onların okuması lazım.'
Tanıdık berberlerin, terzilerin, iyi niyetli 'çırak alma' tekliflerini kulak arkası etti.
O güne dek saygıda kusur etmediği kaynanasının 'Orospu olmaya mı gidiyorsun Ankara'ya' sözünü ise tınmadı bile.
Yıllar sonra 'O da haklıydı' demişti. 'Genç yaşta yitirdiği tek oğlunun yanı sıra bir de O'nun yadigârlarından, torunlarından ayrı düşmenin acısı ile söyledi o sözü'.
Yapılırken kerpicini, harcını sırtında taşıdığı evini kiraya vererek, tası tarağı toplayıp bir vagona yükledi. Çocukları ile beraber bir kompartımana doluşup Ankara'ya gitti...
Bütün okullara yakın olmasına dikkat ederek bir ev kiraladı. Çocuklarını yürüme mesafesindeki okullara kaydettirdi.
Okul tatillerinde memleketine gidip yıllık erzakını yaptı ama yine de zordu hayat. Kira, okul masrafları ağır gelmeye başladı. Oğullarına kıyamıyordu ama 'Abla'ya nazının geçeceğini biliyordu. Fedakârlığı ondan istedi. Abla hukuk öğrenimini bırakıp, demir yollarında işe girdi.
Çocuklar, ne yaşanılan hayatın zorluğunu fark etti, ne de babasızlığı.
Hepsi okudu.
Büyük oğlu devletin açtığı sınavları kazanarak gittiği Almanya'dan yedi yıl sonra doktorasını yaparak döndü. Kısa sürede profesör oldu.
Ortanca oğlunun küçüklüğünden bu yana merak sardığı tiyatrodan vazgeçmeyeceğini anlayınca ancak bir üniversite bitirmesi ve daha da önemlisi yedek subay olarak askerliğini yapması koşulu ile 'tiyatrocu' olmasına izin verdi.
Şimdilerde o'nu sahnede, tv ekranlarında görüp, kocasının ölüm haberini aldığı zaman tuttuğu gözyaşlarını esirgemiyor.
Söylemeyi unuttum.
O, yani 'Anne' sadece mutluluk duyduğunda ya da duygulandığında ağlar...
Küçük oğlu da en büyük ağabeyin izinden giderek akademik kariyerini tamamladı. Profesör oldu...
Yaşı bilinmiyor 'Anne'nin.
En az 85'indedir diye tahminler yapılıyor.
Belki de 90!..
Üç büyük ameliyat geçirdi. Tansiyonu ancak ilaçlarla dengede duruyor. Romatizma ve yaşlılık bir zamanlar taşı sıksa suyunu çıkaracak kadar güçlü olan adalelerini bitirip, tüketti. Yatağa bağlandı. Tekerlekli yürütecinin yardımı ile tuvalete gidebiliyor ancak.
Ve buna şükrediyor...
Her zaman ilgi duyduğu dış dünya ile tek bağlantısı katarakt ameliyatına rağmen okumakta zorlandığı gazeteler.
İşitme cihazı ise hiç işe yaramıyor.
Dudak okuyarak anlaşıyor etrafı ile...
Yine de mutlu.
Tek pişmanlığı son seçimlerde Ecevit'in partisine verdiği oy.
Tek dileği ise kimselere, özellikle de yatağa bağlandıktan sonra kendisine çiçekler gibi bakan çileli kızına 'Abla'ya daha fazla yük olmadan sessizce ölmek...
Ölüp cennete gitmek ve orada henüz otuz beş yaşındayken yitirdiği kocası ile buluşarak 'Adam'ına; 'çocuklarını vatana, millete hayırlı birer evlat olarak yetiştirdiğini ve 'kendilerini kurtardığı'' müjdesini vermek...
Anneler gününde 'Annem' geldi aklıma...
Şöyle ya da böyle Anadolu'daki yüz binlerce anneye olduğu kadar sizin de annenize benzeyen kendi annem...
Ne desem bilmem ki!..
Ne desek!..

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Ne olursa olsun asla vazgeçme!

Baharın bu harika gününde sizleri bir hikayeyle buluşturmak istiyorum;

Gözlerini açtığında çölün tam ortasındaydı. Fidye için yanlış adamı kaçıran mafya, sanki intikam almak istercesine genç ve suçsuz adamı, çölün ortasında ölüme terk edip kaybolmuştu. İnanılır gibi değildi. Epeyce bir şaşkınlıktan sonra düşünmeye başladı genç adam. Aklına henüz dördüncü sınıfa giden on bir yaşındaki oğlu geldi....
Oğlu uzaktaydı ve yaşadıkları kasabada yapayalnızdı.

Geçen yıl bir trafik kazasında karısını kaybetmişti. Oğlu için, onun geleceği için yaşamak zorunda olduğunu biliyordu. Bunları düşününce yüzünde bir intikam ifadesi oluştu. Bekle beni yavrum geliyorum, senin için yaşayacağım seni asla yalnız bırakmayacağım dedi...

Güneşin battığı yöne doğru yürümeye başladı. Yürüdü, yürüdü, yürüdü... Aç ve susuz tam üç gün yürüdü. Umutları bitmek üzereydi. Üç gündür bir vahaya ulaşamamıştı. Kararlıydı, yavrusuna kavuşacaktı, vazgeçmemeye yemin etti. Yürüdü. Büyük bir inançla yürüdü. Susuzluktan çatlayan dudaklarından akan kanı eme eme yürüyordu...

Birden muhteşem bir şey oldu ve bir vaha gördü, yaklaştı. Kurtuldum, geliyorum yavrum diye diye koşmaya başladı. Vahanın yanına geldi, su diye elini daldırdığı şeyin kavurucu sıcağı adeta bir serap tokadı savurdu adama. Lanet olsun dedi ve yürümeye devam etti. Kısa bir süre sonra yeniden bir vaha gördü. Ağaç, çiçek, su, her şey vardı. Yine koştu. Bu seferki kesinlikle vahaydı. Ama yaklaşınca çöl sağır edercesine yüksek bir sesle bağırdı: Ben bu kadar cömert değilim, serap görüyorsun seraaap!

Genç adam yılmadı, yıkılmadı. Yine yürüdü. Oğlu bir an bile çıkmıyordu aklından... Tekrar bir vaha gördü, koştu ve yüzüstü suya atladı. Ağzına dolan kumlar yine serap diye bağırdı. Hiç hali kalmamıştı ama her gördüğü vahaya koşuyordu, her seferinde serap olsa da...

Artık beşinci gün de bitmişti. Sürünerek gidiyordu oğluna, yeniden bir vaha gördü. Kumlara tutunarak ilerledi. Bu kaçıncı seraptı kim bilir... Hızı tamamen biten genç adam artık sürünemiyordu bile. Yeniden bir vaha gördü. Biraz daha gitti, biraz daha süründü. Güçlükle şunları mırıldandı: Beni affet oğlum gelemiyorum. Biliyorum bu da serap, bir sonraki de. Elveda!

Kendini güneşin eriten sıcağına bıraktı ve teslim oldu. Kısa bir süre sonra öldü. Ertesi gün aynı yerden bir kervan geçti. Kervanın kılavuzu genç adamın cesedini buldu ve şöyle seslendi: Su içmeyi bırakın da çabuk buraya gelin. Burada bir ölü var.

Suya on metre kala susuzluktan ölmek kim bilir ne acıdır, ama ölen hiçbir zaman bunu bilmez.

Ne olursa olsun asla vazgeçme!

10 Mayıs 2012 Perşembe

İnsan yaşamı çok narindir

 
 
İnsan yaşamı çok narindir ve rahatça kırılabilir. Genellikle, çok küçük ve önemsiz aksilikler sorun
çıkarır. Nasıl küçücük mektuplar en çok gözyaşı döktürürse, işte bu küçücük sıkıntılar da bizi öyle rahatsız eder ve izin verdiğimiz an günümüzü kapkaranlık eder.

Siz izin vermedikçe... Hiç kimse mutlu olmanıza ve elinizden gelenin en iyisini yapmanıza engel olamaz. Unutmayın ki, bir anın öfkesini ...bastırabilen bir insan, sorunlu bir günün önüne geçmiş olur.

Günlük yaşamımızda karşılaşabileceğimiz küçük şanssızlıklar ve can sıkıcı imaların üzerine gidilip büyütülürse, korkunç zararlara yol açabilirler. Bunları dikkate almaz ve kafanızdan kovarsanız gittikçe üzerinizdeki etkilerini kaybedeceklerdir. Her yerde kıskanç insan vardır. Unutmayın ki, kıskançlık solucan gibi, hep en güzel elmanın peşine düşer.

Bir keşiş gibi yalnız yaşayarak yaşamınızda ilerleme sağlayamazsınız. Bu nedenle dünyayla, aksilikleriyle ve yergici insanlarıyla anlaşma yapmak zorundasınız.

Hiç kimsenin yaşamınıza gözyaşı yağdırmasına ve bir kasvet örtüsü yayarak, gününüze yenilgi saçmasına izin vermeyin. Unutmayın ki hata bulmak için ayrıca bir yeteneğe, özveriye, beyine, karaktere gereksinim yoktur. Siz izin vermedikçe hiçbir dış etken üzerinizde güç oluşturamaz. Zamanınız, aşağılık, kıskançlık, nefret ve imrenme duygularıyla savaşarak harcanmayacak denli değerlidir. Kırılması çok kolay olan yaşamınızı dikkatlice koruyun. Yalnızca Doğa bir çiçeğe biçim verebilir. Ama aptal bir çocuk bu çiçeği kolayca koparabilir.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Demostenes, "Bir hikâye

 
 
 
Biliyormusunuz bazen kısacık bir hikaye sayfalarca yazmaktan daha etkili oluyor, hele okumayı ve
 
düşünmeyi sevmeyen bir toplumla içiçeysek işte buna bir örnek;

Atina''da önemli bir tartışma yapılırken kürsüye Demostenes çıkar, ancak dinleyiciler sürekli kendi aralarında konuşmakta, filozofu dinlememektedir. Demostenes, "Bir hikâye anlatıp ineceğim" der ve anlatmaya başlar: "Uzun zaman önceydi, bi...r delikanlı Atina''dan Megara''ya gitmek için bir eşek kiralamıştı. Eşeğini kiraya veren adamın da Megara''da işi vardı, beraber yola düştüler. Konuşa konuşa giderlerken öğle sıcağı bastırdı, biraz dinlenmek ve öğle yemeği yemek için bir subaşına çöktüler. Ama ortalıkta hiç gölgelik yoktu ve eşeğin sahibi yemeğini alıp eşeğinin gölgesine sığındı. Eşeği kiralayan genç buna içerledi, ''Sen çekil gölgede ben oturacağım'' dedi. Beriki itiraz etti. Delikanlı Ama ben eşeği kiraladım'' deyince, eşeğin sahibinden ''Ben sana eşeği kiraladım gölgesini değil'' cevabını aldı ve aralarında kavga çıktı."

Hikâyenin tam burasında Demostenes kürsüden iner yürümeye başlar. Dinleyiciler, "Sonunda ne oldu, sonunu anlat" diye bağrışmaya başlayınca Demostenes kürsüye döner:

"Sizin için çok önemli bir konuda bir şeyler anlatmaya çalıştım, dinlemediniz. Şimdi ise eşeğin gölgesini merak ediyorsunuz. Ne fikrimi söyleyeceğim ne de eşeğin gölgesine ne olduğunu..."

Kürsüden iner, yürür gider.

8 Mayıs 2012 Salı

Sevgi düşüncenin ürünü değildir.

Aşağıda ki cümleler dizisini benim yaşam biçimde önemli yeri vardır. Bir kere daha birlikte irdeleyelim mi?

Sevgi düşüncenin ürünü değildir.
Düşüncenin sevgiyi üretmesi mümkün değildir,
düşünce geçmişe aittir.
Sevgi kıskançlıkla örülü ve ona takılıp kalmış bir şey değildir
çünkü kıskançlık geçmişe aittir.
Sevgi daima şimdiki zamandadır.
“Seveceğim” ya da “sevdim” dememeliyiz.
Sevmesini biliyorsanız kimsenin peşinden gitmezsiniz.
Sevgi itaat etmez.
Sevdiğiniz zaman ne saygı vardır, ne de saygısızlık.

Bir insanı gerçekten sevmek ne demektir bilmiyor musunuz?
Nefret, kıskançlık, öfke hissetmeden, ne yaptığına veya ne düşündüğüne karışmak istemeden, kınamadan, kıyaslamadan
Sevginin olduğu yerde kıyaslama olur mu?
Birisini bütün kalbinizle, bütün zihninizle, bütün vücudunuzla, bütün varlığınızla sevdiğiniz zaman karşılaştırma söz konusu olabilir mi?
Evet,
Kendinizi o sevgiye tamamen teslim ettiğinizde başkaları yoktur artık.

Sevgi özgür olmalı ne olur duygularınızı bir kere daha tahlil edin, duygularınız korku, bağımlılık ve beklenti içeriyorsa onun adı sevgi değildir.

Bu olağanüstü pınara nasıl ulaşacağınızı bilmiyormusunuz?
O zaman ne yapacaksınız?
Ne yapacağınızı bilmiyorsanız bir şey yapmazsınız, değil mi?
Hiçbir şey.
O zaman iç dünyanızda tamamen sessiz kalırsınız.
Bu ne anlama gelir, anlıyor musunuz?
Bir şeyleri aramadığınız, istemediğiniz, bir şeylerin peşinden koşmadığınız, merkez diye bir şey olmadığı anlamına gelir.
İşte o zaman sevgi vardır.

Sevgilerimle...

"Böyle gelmiş böyle gider"

‎"Böyle gelmiş böyle gider" demekten çıkarı olan bütün sömürücüler, bütün çıkarcılar, bütün aldatıcılar ve aldatılanlar şunu iyi bilsinler ki:
Böyle gelmiş ama böyle gitmeyecek! Çocuklarımız, bütün bu çektiklerimizi çekmeyecekler. Biz yoğun bir bataklık çamuru içinde sürünerek kendimizi kurtarıp şimdi olduğumuz bu yere geldik. Aynı yoldan geçip kendilerine iyi bir yaşama düzeni kurmuş olanlardan kimisi şöyle der:
- İnsanın kendisinde kabiliyet olduktan, çalıştıktan sonra başarmamak olanaksızdır.
Yalandır bu sözler. Geçip kurtulduğumuz o yoğun bataklığa gömülüp boğulanlar ne oldu? Bizim kurtuluşumuz bir iyi tesadüftür.
Bu acılar çekilmeyecek bir gün. İnsanlar eşit fırsatla yarışa girecekler. Bugün olduğu gibi, ayakları bağlanmış olanla, antrenman yapmış olanları birlikte yarışa sokup,
...
- İşte hürriyet var, koşun bakalım, kim kimi geçecek.. denilemeyecek.

Aziz Nesin

7 Mayıs 2012 Pazartesi

“Sevgi”


“Sevgi” hakkında bugüne kadar bildiğimiz doğmalardan kurtulup gerçek sevgiyi öğrenmek ister misiniz? O zaman sabırla ve dikkatli biçimde bu yazıyı okumalısınız.

Kendini güvende hissetme isteği ilişkilerde kaçınılmaz olarak üzüntüye ve korkuya sebep olur. Bu güvence arayışı güvensizliğe davetiye çıkarır. Bugüne kadar herhangi bir ilişkinizde güveni bulabildiniz mi? Bulabildiniz mi? Çoğumuz sevmenin ve sevilmenin verdiği güvenceyi isteriz ama her birimiz kendi güvenliğinin, kendi hayat yolunun peşindeyken sevgi diye bir şey söz konusu olabilir mi? Sevilmiyoruz çünkü sevmeyi bilmiyoruz.

Sevgi nedir? Bu kelime o kadar farklı anlamlar yüklü ve yozlaştırılmış ki kullanmak bile istemiyorum. Herkes sevgiden bahsediyor. Ülkemi seviyorum, bir kitabı seviyorum, şu dağı seviyorum, eğlenmeyi seviyorum, karımı seviyorum, Tanrı’yı seviyorum.

Sevgi bir fikir midir? Eğer öyleyse, terbiye edilebilir, büyütülebilir, el üstünde tutulabilir, itilip kakılabilir, istediğiniz şekle sokulabilir. Tanrı’yı sevdiğinizi söylediğinizde bunun anlamı nedir? Kendi hayal gücünüzün dışa vurumunu, kendinizin, neyin asil ve kutsal olduğunu düşünüyorsanız ona uygun şekilde belli saygınlık kalıplarıyla süslenmiş bir dışa vurumunu sevdiğiniz anlamına gelir; o yüzden “Tanrı’yı seviyorum,” demek tamamen saçmalıktır. Tanrı’ya tapındığınızda aslında kendinize tapınıyorsunuzdur ve bu sevgi değildir.

Sevgi denen bu insani şeyi çözemediğimiz için kaçıp soyut kavramlara sığınırız. Sevgi insanın bütün dertlerinin, sorunlarının ve çektiği bütün zahmetlerin çaresi olabilir, öyleyse sevginin ne olduğunu nasıl öğreneceğiz? Sadece onu tanımlayarak mı? Dinler onu başka bir şekilde tanımlıyor, toplum başka bir şekilde ve her tür çarpıtma ve sapkınlık mevcut. Birisine düşkün olmak, birisiyle birlikte olmak, o duygusal alışveriş, o dostluk…
 
Sevgi kelimesinden kastımız bu mu? Standart veya kalıp şimdiye dek hep bu oldu ve o kadar kişisel, tensel ve sınırlı bir hal aldı ki, dinler, sevginin bundan çok daha öte bir şey olduğunu açıkladılar. İnsani sevgi dedikleri şeyin zevk, rekabet, kıskançlık, sahip olma, elde tutma, kontrol etme ve bir başkasının düşüncelerine karışma arzularını içerdiğini görüyor ve bütün bunların yarattığı karmaşayı bildiklerinden başka tür bir sevgi olması gerektiğini söylüyorlar; ilahi, güzel, el değmemiş, bozulmamış bir sevgi.

Dünyanın dört bir yanında din adamları denen kişiler eskiden beri bir kadına bakmanın tamamen yanlış bir şey olduğunu iddia eder: Kendinizi seksle şımartırsanız Tanrıyla yakınlaşamayacağınızı söylerler, bu yüzden de içlerini yiyip bitirse de bu konuyu bir kenara iterler. Ama cinselliği yok saymakla kendi gözlerini kör etmiş, kendi dillerini kesip atmış oluyorlar çünkü dünyanın bütün güzelliğini yok sayıyorlar. Kalplerini ve zihinlerini yoksun bırakıyorlar; onlar aslında susuzluk çeken insanlar; güzellik kadınla ilişkilendirilmiş olduğu için güzelliği hayatlarından kovuyorlar.

Sevgi kutsal ve bayağı, insanı ve ilahi diye ayrılabilir mi, yoksa yalnızca sevgi mi vardır? Sevgi çok’a değil, bire mi dairdir? “Seni seviyorum,” dersem, bu başkalarını sevmeyi dışlar mı? Sevgi kişisel midir, kişisel olmayan bir şey midir? Ahlaki midir, ahlaksız mıdır? Aileyle mi ilgilidir, ailenin dışında bir şey midir? Bütün insanlığı severseniz belli bir kişiyi sevebilir misiniz? Sevgi bir his midir? Sevgi bir duygu mudur? Sevgi zevk ve arzu mudur? Bütün bu sorular, sevgi hakkında, sevginin ne olup ne olmaması gerektiği konusunda fikirlerimiz, içinde yaşadığımız kültürün geliştirdiği bir kalıp veya düsturumuz olduğuna işaret ediyor, değil mi?

O zaman sevginin ne olduğu sorusunu irdelemek için önce onu yüzlerce yıllık kabuğundan çıkarmalı ve ne olup ne olmaması gerektiğine dair bütün idealleri ve ideolojileri bir kenara bırakmalıyız. Bir şeyi “olması gereken” ve “olan” diye ikiye bölmek hayatla başa çıkmanın en yanıltıcı yoludur.

Sevgi dediğimiz bu alevin ne olduğunu nasıl öğreneceğim peki, onu başkasına nasıl ifade edeceğimi değil, sevginin kendi başına ne ifade ettiğini? Öncelikle kilisenin, toplumun, anne babamın ve arkadaşlarımın, bütün insanların ve kitapların onun hakkında söylediklerini reddedeceğim çünkü ne olduğunu tek başıma öğrenmek istiyorum. Burada sözü edilen konu bütün insanlığı ilgilendiren çok büyük bir sorun.

Sevgi şimdiye dek binlerce şekilde tanımlanmış, ben de o anda neyi sevdiğime ya da neden keyif aldığıma göre belirlenen şu ya da bu kalıba takılıp kalmış bulunuyorum. Öyleyse onu anlayabilmek için ilk önce kendimi eğilimlerimden ve önyargılarımdan kurtarmam gerekmez mi? Kafam karışık, kendi arzularım beni hırpalıyor, ben de kendi kendime şöyle diyorum: “Önce kendi kafandaki karışıklığı çöz. Belki sevginin ne olduğunu, ne olmadığından yola çıkarak bulabilirsin.”

Hükümet, “Git ve ülkene duyduğun sevgi adına adam öldür,” der. Bu sevgi midir? Din, “Tanrıya duyduğun sevgi adına seksten vazgeç,” der. Bu sevgi midir? Sevgi arzu mudur? Hayır demeyin. Çoğumuz için öyle — arzu ve zevkten; duyular yoluyla, cinsel anlamda bağlanma ve tatmin olma yoluyla alınan zevkten ibaret. Sekse karşı değilim ama seksin neleri içerdiğini görmelisiniz. Seksin size bir anlığına verdiği şey, kendini tamamen bırakma hissidir, sonra telaşınıza geri dönersiniz, bu yüzden de hiçbir endişenin, hiçbir sorunun, hiçbir benliğin olmadığı o halin bir daha bir daha tekrarlanmasını istersiniz.
Karınızı sevdiğinizi söylersiniz. O sevgi cinsel zevkle, evde çocuklarınıza bakacak, yemek pişirecek birisinin olmasının verdiği zevkle alakalıdır. Ona ihtiyaç duyarsınız; size bedenini, duygularını, desteğini vermiştir, belli bir güven ve iyi olma hissi de vermişti. Sonra size sırtını döner, sıkılır veya başka birisiyle gider ve duygularınızın bütün dengesi bozulur; bu hoşlanmadığınız rahatsızlığın adı ise kıskançlıktır. İçinde acı, endişe, nefret ve şiddet vardır. Dolayısıyla aslında söylediğiniz şudur: “Bana ait olduğun sürece seni seviyorum ama olmadığın an senden nefret etmeye başlıyorum. İsteklerimi —cinsel olsun, başka türlü olsun— tatmin edeceğine güvenebildiğim sürece seni seviyorum ama istediğimi vermemeye başladığın an senden hoşlanmıyorum.”
 
Yani aranızda düşmanlık ve ayrılık vardır, kendinizi karşınızdakinden ayrı hissettiğiniz sürece ortada sevgi diye bir şey yoktur. Ama bütün bu çelişen halleri, içinizdeki bu bitmek bilmez kavgaları yaratmadan karınızla birlikte yaşayabilirseniz, o zaman belki —belki— sevginin ne olduğunu bilebilirsiniz. O zaman ikiniz de tamamen özgür olursunuz ama bütün zevkleriniz için ona ihtiyaç duyarsanız onun kölesi olursunuz. Demek ki insan sevdiği zaman özgür olmalıdır; yalnız karşısındakinden değil kendisinden de kurtulmalıdır.

Bu bir başkasına ait olma, psikolojik anlamda bir başkasından beslenme, bir başkasına ihtiyaç duyma, bütün bu haller hep bir endişe, korku, kıskançlık, suçluluk içerse gerek. Korku olduğu sürece de sevgi varolamaz; Acının hüküm sürdüğü bir zihin sevginin ne olduğunu asla bilemez; aşırı duygusallığın ve çabuk heyecana kapılmanın sevgiyle hiçbir alakası yoktur. Dolayısıyla sevginin zevk ve arzuyla alakası yoktur.

Sevgi düşüncenin ürünü değildir. Düşüncenin sevgiyi üretmesi mümkün değildir, düşünce geçmişe aittir. Sevgi kıskançlıkla örülü ve ona takılıp kalmış bir şey değildir çünkü kıskançlık geçmişe aittir. Sevgi daima şimdiki zamandadır. “Seveceğim” ya da “sevdim” demeyiz. Sevmesini biliyorsanız kimsenin peşinden gitmezsiniz. Sevgi itaat etmez. Sevdiğiniz zaman ne saygı vardır ne saygısızlık.

Bir insanı gerçekten sevmek ne demektir bilmiyor musunuz; nefret, kıskançlık, öfke hissetmeden, ne yaptığına veya ne düşündüğüne karışmak istemeden, kınamadan, kıyaslamadan sevmek ne demek bilmiyor musunuz? Sevginin olduğu yerde kıyaslama olur mu? Birisini bütün kalbinizle, bütün zihninizle, bütün vücudunuzla, bütün varlığınızla sevdiğiniz zaman karşılaştırma söz konusu olur mu? Kendinizi o sevgiye tamamen teslim ettiğinizde başkaları yoktur artık.

Sevginin sorumluluğu ve vazifesi var mıdır, ayrıca bu kelimeleri kullanır mı? Bir şeyi görev gereği yaptığınızda bunda sevgiye yer var mıdır? Görev sevgi içermez. Görevin insanı esir alan yapısı insanı mahvetmektedir. Bir şeyi göreviniz olduğu için yapma gereği hissediyorsanız yaptığınız şeyi sevmiyorsunuz demektir. Sevginin olduğu yerde görev ve sorumluluk yoktur.

Çoğu ebeveyn ne yazık ki çocuklarından sorumlu olduklarını düşünür ve sorumluluk anlayışları, çocuklarına neyi yapmaları neyi yapmamaları, büyüyünce ne olmaları ne olmamalarını söyleme şeklinde kendini gösterir. Anne babalar çocuklarının toplumda güçlü bir yere sahip olmalarını isterler. Sorumluluk dedikleri şey, o taptıkları saygınlığın bir parçasıdır ve bana kalırsa saygınlığın olduğu yerde düzen yoktur; bütün dertleri mükemmel bir burjuva olmaktır. Çocuklarını topluma uyum sağlamaya hazırlarken savaşı, çatışmayı ve vahşeti devam ettirmiş olurlar. Sizce bu ilgi ve sevgi midir?

Gerçekten ilgi göstermek bir ağaca veya bitkiye gösterdiğiniz gibi ilgi göstermektir, ona su vererek, ihtiyaçlarını ve en iyi hangi toprakta yetiştiğini inceleyerek, ona şefkat ve özenle bakarak. Çocuklarınızı topluma uyum sağlamaya hazırlarken onları aslında ölmeye hazırlıyorsunuz. Çocuklarınızı sevseydiniz savaş olmazdı.

Sevdiğiniz birini kaybedince ağlarsınız — gözyaşlarınız kendiniz için mi yoksa ölen kişi için midir? Kendiniz için mi bir başkası için mi ağlarsınız o anda? Bir başkası için ağladınız mı hiç? Savaş meydanında ölen oğlunuz için ağladınız mı hiç? Ağladınız ama o gözyaşları kendine acımadan dolayı mıdır yoksa bir insan öldüğü için midir? Kendinize acıdığınız için ağlıyorsanız gözyaşlarınız bir manası yoktur çünkü kendinizi düşünüyorsunuzdur. Eğer büyük bir sevgi yatırımı yaptığınız birisinden mahrum kaldığınız için ağlıyorsanız, o hissetmiş olduğunuz şey sevgi değildir. Ölen kardeşinize ağlıyorsanız onun için ağlayın. Kendiniz için ağlamak çok kolay çünkü o artık yoktur. Görünüşte bir şeyler yüreğinize dokunduğu için ağlıyorsunuzdur ama yüreğinize dokunan onun acısı değil, sadece kendine acıma duygusudur, kendine acımak da insanı acımasız, içe kapanık, hissiz ve aptal yapar.

Kendinize ağlamanız sevgi midir —yalnız olduğunuz, mahrum kaldığınız, artık güçlü olmadığınız için ağlamak— kaderinizden, çevrenizden şikâyet etmek— ağlayan da hep sizseniz? Bunu anlarsanız ki bu konuya bir ağaca, bir sütuna veya bir ele dokunur gibi doğrudan temas etmek demektir, kederin kendi yarattığımız bir şey olduğunu, düşünce tarafından yaratıldığını, zamanın ürünü olduğunu görürsünüz. Üç yıl önce kardeşim vardı, şimdi o yok, şimdi yalnızım, içim acıyor, ne teselli ne arkadaşlık için yüzümü dönebileceğim kimse var ve bu gözümü yaşartıyor.

 Dikkatle izlerseniz bütün bunların içinizde olup bittiğini görebilirsiniz. Bunu tam anlamıyla, bütünüyle tek bakışta görebilirsiniz, analiz yapmaya zaman harcayarak değil. Bir anda “ben” denen bu sıradan küçük şeyin bütün yapısını ve doğasını görebilirsiniz: Gözyaşlarım, ulusum, inancım, dinim… Bütün bu çirkinlik içinizdedir. Bunu aklınızla değil, kalbinizle gördüğünüz zaman, tüm içtenliğinizle gördüğünüz zaman acıya son verecek anahtar elinizdedir.

Acı ile sevgi bir arada olamaz ama Hıristiyan dünyasında acı çekmek idealleştirilip bir çarmıha gerilmiş bulunuyor ve ona tapılıyor. Bununla acı çekmekten bir tek o kapıdan geçilerek kaçılabileceği ima edilmekte, insanı sömüren dindar bir toplumun bütün yapısı da bundan ibaret zaten.

O yüzden, sevginin ne olduğunu sorduğunuzda, cevabı göremeyecek kadar çok korkuyor olabilirsiniz. Bu, hayatınızın tamamen altüst olmasına neden olabilir, ailenizi parçalayabilir; karınızı veya kocanızı veya çocuklarınızı sevmediğinizi —seviyor musunuz gerçekten?— fark edebilirsiniz; kurduğunuz evi yıkmanız gerekebilir; tapınağa bir daha hiç dönmeyebilirsiniz.

Ama hâlâ öğrenmek istiyorsanız, korkunun sevgi olmadığını, bağımlılığın, kıskançlığın, ve hükmetmenin sevgi olmadığını, sorumluluğun ve görev duygusunun sevgi olmadığını, kendine acımanın, sevilmemenin acısının sevgi olmadığını, alçakgönüllülük nasıl kibrin zıddı değilse sevginin de nefretin zıddı olmadığını göreceksinizdir. Demek ki bütün bunları zorla değil, yağmurun günlerin tozunu bir yapraktan sıyırıp atışı gibi içinizi yıkayıp onu atarak ortadan kaldırırsanız, belki o zaman insanın hep açlık duyduğu bu çiçeğe rastlarsınız.

İçinizde sevgi yoksa —sadece birkaç damlalık değil, bolluk derecesinde— içiniz onunla dolup taşmıyorsa dünya felakete sürüklenecektir. İnsanlığın bir bütün olması gerektiğini ve sevginin tek çıkar yol olduğunu zekânız biliyor ama size sevmeyi kim öğretecek? Herhangi bir otorite, yöntem veya sistem size nasıl sevmeniz gerektiğini söyleyebilir mi? Eğer bunu size birileri söylüyorsa, o sevgi değildir. “Sevgiyi tatbik edeceğim. Günlerce oturup onu düşüneceğim. Şefkatli ve nazik olmayı tatbik edip kendimi başkalarını düşünmeye zorlayacağım,” diyebilir misiniz? Kendinizi, sevmek için disipline edebileceğinizi, sevmek için iradenizi kullanabileceğinizi mi söylüyorsunuz yani? Sevmek için disipline ve iradeye başvurursanız, sevgi elinizden uçup gider. Bir sevme yöntemi veya sistemi uygulayarak çok akıllı ya da şefkatli bir insan olabilir veya şiddetten kaçınma haline erişebilirsiniz ama bunun sevgiyle hiçbir ilgisi yoktur.

Bu paramparça çorak dünyada sevgi yok çünkü en önemli rolü zevk ve arzu oynuyor, oysa sevgi olmadan günlük hayatınızın da bir anlamı yoktur. Sevgi de güzellik olmadan olmaz. Güzellik gördüğünüz bir şey değildir; güzel bir ağaç, güzel bir tablo, güzel bir bina ya da güzel bir insan değildir. Ancak kalbiniz ve zihniniz sevginin ne olduğunu bildiği zaman güzellik vardır. Sevgi ve bu güzellik anlayışı olmadan erdem olmaz ve ne yaparsanız yapın, ister toplumu ıslah edin, ister yoksulları doyurun, sadece daha fazla huzursuzluk yaratmış olacağınızı çok iyi bilirsiniz, çünkü sevgi yoksa kendi kalbinizde ve zihninizde de yalnızca çirkinlik ve yoksulluk vardır. Ama sevgi ve güzellik varsa, ne yaparsanız doğrudur, ne yaparsanız ahenklidir. Sevmeyi bilirseniz istediğinizi yapabilirsiniz çünkü o diğer bütün sorunları çözer.

O zaman şu noktaya varıyoruz: Zihin disiplin, düşünce, zorlama, herhangi bir kitap, öğretmen veya lider olmadan güzel bir günbatımına rast gelir gibi sevgiye rast gelir mi?

Bence bir şey kesinlikle şart, o da amacı olmayan bir tutku — bir adanmanın veya bağlılığın sonucu olmayan, şehvetten ibaret olmayan bir tutku. Tutkunun ne olduğunu bilmeyen bir insan asla sevgiyi tadamaz çünkü sevgi ancak kendinden tamamen vazgeçme söz konusu olduğunda var olabilir.

Arayış içindeki bir zihin tutkulu bir zihin değildir ve sevgiyi aramadan bulmak onu bulmanın tek yoludur; onu herhangi bir çaba veya deneyimin sonucu olarak değil, bilmeden bulmak. Böyle bir sevginin, siz de fark edeceksiniz, zamanla alakası yoktur; böyle bir sevgi hem kişiseldir hem değildir, hem birdir hem çokluk. Güzel kokulu bir çiçek gibidir, kokusunu alabilirsiniz veya yanından geçip gidebilirsiniz. O çiçek hem herkes içindir hem de kokusunu iyice içine çekmeye ve ona sevinçle bakmaya zaman ayıran kişi içindir. İster çok yakında bahçenin içinde, ister çok uzakta olun o çiçek için fark etmez, çünkü o, bahsettiğiniz güzel kokuyla dopdoludur ve onu herkesle paylaşmaktadır.

Sevgi yeni, taze, canlı bir şeydir. Dünü ve yarını yoktur. Düşüncenin karmaşasının ötesindedir. Ancak masum bir zihin sevginin ne olduğunu bilir ve o masum zihin de masum olmayan bu dünyada yaşayabilir. İnsanın bıkıp usanmadan fedakârlık, tapınma, ilişkiler, seks, her türlü zevk ve acı aracılığıyla aradığı bu olağanüstü şeyi bulmak ancak düşünce kendini anlayıp doğal olarak son bulduğunda mümkündür. İşte o zaman sevginin zıddı yoktur ve sevgi çatışma içermez.

“Böyle bir sevgiyi bulursam, karım, çocuklarım, ailem ne olacak? Güvende olmaları lazım,” diyebilirsiniz. Böyle bir soru soruyorsanız düşüncenin, bilincin sınırları dışına hiç çıkmamışsınızdır. O sınırların dışına bir kez çıktıktan sonra böyle bir soruyu asla sormazsınız çünkü o zaman içinde düşünceye ve dolayısıyla zamana yer olmayan sevginin ne olduğunu anlamış olursunuz. Bunu şaşkınlık içinde, büyülenmiş bir halde okuyor olabilirsiniz ama düşünce ve zamanın gerçekten ötesine geçmek —ki bu kederin ötesine geçmek anlamına gelir— sevgi denen farklı bir boyutun varlığından haberdar olmak demektir.

Ama bu olağanüstü pınara nasıl ulaşacağınızı bilmiyorsunuz; o zaman ne yapacaksınız? Ne yapacağınızı bilmiyorsanız bir şey yapmazsınız, değil mi? Hiçbir şey. O zaman iç dünyanızda tamamen sessiz kalırsınız. Bu ne anlama gelir, anlıyor musunuz? Bir şeyleri aramadığınız, istemediğiniz, bir şeylerin peşinden koşmadığınız, merkez diye bir şey olmadığı anlamına gelir. İşte o zaman sevgi vardır.

Jiddu Krishnamurti
“Bilinenden Kurtulmak”
Omega Yayınları, 2009